31 Ocak 2021 Pazar

THE SCUM VILLAIN'S SELF-SAVING SYSTEM - BÖLÜM 61: TEK BİR KİŞİ İÇİN 1


Fakat ses çıkarmamıştı. Gözlerinin pörtlemesiyle birlikte bütün bedeni taştan bir heykel gibi donakalmıştı.

Shen Qingqiu nefesini tuttu. Yaşlı Saray Ustası’nın boğazından gelen hırıltı sesleri işitilebilirdi. Kan çanağına dönmüş gözlerle bakışları yukarıya yöneldi.

Fakat tek bir adım bile atamamıştı.

Sonunda!

Hahahahahahahaha!

Saldırıldığında karşılık veremeyecek kadar azizlere yaraşır ve aptal mıydı?!

Birisini taşırken ona vurarak karşılık veremeyecek kadar zayıf mı görünüyordu?!

Qiu Haitang “Sorun ne?” diye bağırdı.

Kılıcını çekmeye yeltendi fakat Shen Qingqiu araya girdi: “Leydi Qiu, kılıcınızı çekmenizin beyhude olduğu konusunda uyarayım- tabii, işini bitirmek istemiyorsanız.”

Qiu Haitang şüpheli bir şekilde Yaşlı Usta’nın önüne doğru gelip çığlığı basıverdi.

Buruşukluklarının derin kıvrımlarının arasında Yaşlı Usta’nın yüzünü yeşil çıbanlar alacalamıştı, dayanılmaz acıyla kıvranıyordu.

Qiu Haitang titredi. “Shen Jiu… sen… ne yaptın?”

Shen Qingqiu, “Hiçbir şey yapmadım.” dedi. “Birisinin kabrinde olduğumuzu unuttun mu? İblislerin hiçbir koruması olmadığını mı sanıyorsun?”

Aslında, havada uçan karahindiba gibi olan şeyler şeytanî bitki ‘QingSi’nin sporlarıydı. Bu bitki, filizlenmek için yaşayan birisinin bedenini kullanır ve ister ruhanî ister şeytanî enerji kullanan, Qi yayan insanlara çekilirler.  Bu aynı zamanda önceden Qi tekniği yerine dövüş sanatları kullanmasının nedeniydi de.

QingSi kendisini kurbanının bedenine hafif bir kaşıntı haricinde acısız bir şekilde yerleştirir. Yine de tomurcuklandığında eti yarıp damarları deşer. Qi dolaşımı ne kadar hızlıysa o kadar hızlı gelişir. Efsuncu enerjisinin doruklarına ulaşırsa anında filizlenmeye neden olur.

Yaşlı Saray Ustası haykırışlarıyla saldırırken başındaki ve boğazındaki Qi’ye odaklanmıştı. Sadece yüzü değil, daha çok ağız ve boğaz yolu bu şeytanî bitkiyle kaplanmış gibiydi, filizin kürkümsü yüzeyiyle ve kökleri derinin altına işliyor, sinirlere doğru ilerliyordu.

Shen Qingqiu, “Yaşlı Saray Ustası tekrardan haykırmamalı. Aksi takdirde beyninize ulaşana kadar gelişmeyi durdurmayacak, gerçekten de ölmüş olacaksınız.” dedi.

Böyle dehşet verici, iğrenç bir sahneyle karşılaşmanın üzerine Qiu Haitang ağzını sıkıca kapatmış, başının dönmesine direnmeye çalışmıştı fakat başaramamıştı. Gözleri geriye doğru yuvarlanmış, ölü gibi yığılıvermişti.

Birisinin felç olmasıyla, diğerinin de bayılmasıyla gerçekten de mutlak zafere ulaşmıştı!

Shen Qingqiu rahatça nefesini verip kollarının arasında Luo Binghe’yı doğrultmaya çalıştı. Gerilmiş kaslarıyla sıkılmış dişlerinin arasından Yaşlı Saray Ustası belli belirsiz, “Bu kadar tez sevinme, senin de durumun daha iyi değil.” dedi. Acıdan buruşmuş yüzündeki filizler her bir kelimesinde titreşiyordu.

Shen Qingqiu cevap olarak sadece burnundan soludu.

Sağ kolundan omzuna kadar yoğun, çılgınca bir acı acımasızca etine ve sinirlerine saplanmıştı. Önceki iki kılıcı engellemek için Qi efsununu kullanmak zorunda kalmıştı ve şimdiyse sporlar filizleniyordu.

Neyse ki, hiç olmazsa, Luo Binghe güvendeydi.

Shen Qingqiu’nun Luo Binghe’yı yarı taşır yarı sürükler hâlde uzaklaştığını gördüğünde Yaşlı Saray Ustası bağrışını tutmuş ancak zorundan tekerlekli sandalyesi devrilerek uzuvsuz bedenini çimen ve çiçeklerle kaplı zeminde sürükletmişti, hazin ve dehşet verici bir sahneydi.

Yaşlı Saray Ustası hırıldandı: “Gitme… Gitme… Terk etme.”

Shen Qingqiu adımlarını hızlandırmıştı fakat Yaşlı Saray Ustası’nın davranışlarının aniden şiddetlenip haykıracağını kim bilebilirdi ki?

Onları mezarına beraberinde götürmek istiyordu!

Shen Qingqiu Yaşlı Saray Ustası’nın onları bırakmak mı istemediğini yoksa Luo Binghe’nın yaşamasını mı istemediğini anlayamamıştı. Shen Qingqiu saldırıyı güç bela engelleyebilmek için eskimiş kınını kullandı. Luo Binghe’yı korumak için siper aldığı sürece acı her bir hareketinde bedenini kasıp kavurdukça sağ eli titriyordu, ki şiddetli kabarcıklar ciddileşmişti.

Tek bir haykırışla Yaşlı Saray Ustası’nın cildindeki filizler daha bile fazla kabarmış, gözlerinin kenarına bile ulaşmıştı. Yine de delicesine gülerek Qiu Haitang’a ulaşana kadar domuz sosisi gibi yerde yuvarlandığı sürece acıyı hissediyor gibi görünmüyordu. Kulağına deli bir adam gibi yüksek sesle bağırarak, “Shen Qingqiu’yu öldürmek istemiyor musun? Hemen gözünün önünde! Çabuk, ayağa kalk! Onu öldür! Hepsini öldür!” dedi.

Qiu Haitang Yaşlı Saray Ustası’nın ona bağırmasının ardından sersem gibi uyandı. Gözlerini açtığında bilinmeyen bir yaratık tarafından çürüyüp soyulmuş bir portakalın alacalığıyla karşılaştığında kanı çekildi. Histerik bir şekilde çığlık atarak kılıcını savurdu. Shen Qingqiu Qi’sini daha fazla dalgalandırıp savrulan sporları çekmesinden korktuğundan bağırdı: “Sakin ol!”

Aldırmayan Yaşlı Saray Ustası, “Çabuk! Çabuk! Yardımımı istememiş miydin? Daha fazla tutulamaz- yap artık!” diye bağırdı.

Qiu Haitang’ın gözleri Shen Qingqiu’nunkilerle buluştu, bakışları sabit ve tereddütsüzdü. Neticede Shen Qingqiu Qiu Haitang’a kin gütmemişti, ne de olsa o asıl Shen Qingqiu’nun kurbanıydı. Fakat yolunu kapatmayı üstelerse asıl eserdekiyle aynısını yapmak için tereddüt etmeyecekti.

Şaşırtıcı bir şekilde Qiu Haitang geçmişteki fark gözetmeyen ölüm makinesi değildi. Shen Qingqiu’yla kollarındaki Luo Binghe arasında bakışlarını gezdirmiş, ilerlemek yerine birkaç adım geri gitmişti.

Dudakları titrerken, “Bu imkânsız… bu imkânsız… Bu sahte! Bunların hepsi sahte! Bu benim kardeşim değil. Kardeşim asla yanılmazdı, bu ağabeyim değil. Bana yalan söyledin!” dedi.

Neler oluyor?

Bağırıp çağırmaya başladı: “Bilmiyorum. Böyle olacağını bilmiyordum. Hiçbir şey yapmadım, niçin yıllarca ızdırabını çekmek zorundaydım ki ben?!”

Shen Qingqiu şaşıp kalmıştı. Qiu Haitang sadece kısa bir süreliğine bayılmıştı, neden uyandığında neredeyse bambaşka birisi gibi olmuştu?

Ya da, belki de, kabullenemediği bir şey gördüğünden delirecek raddede korkmuştu.

Shen Qingqiu bir terslik olduğundan endişelendiğinden sert bir şekilde, “Kımıldama.” dedi.

Yaşlı Saray Ustası, “Daha neyi bekliyorsun?!” diye bağırdı.

Akıl sağlığını yitiren Qiu Haitang başını tutarak Shen Qingqiu’ya “Bana baktığında tam olarak nasıl hissediyorsun? Benden nefret mi ediyorsun? Acıyor musun bana? Beni bu dünyada tutarak niçin işkence etmek istiyorsun? Niçin beni öldürmedin? Niçin beni öldürmüyorsun?!” diye bağırdı.

Shen Qingqiu beklenmedik bir bağırışın ardından Qiu Haitang’a kaçma fırsatı yakalayacak kadar afallamıştı. Ardından, “Geri dön! Kutsal Anıt Mezar’da koşuşturursan kesinlikle ölürsün!” diye bağırdı.

Fakat çoktan arayı açmıştı, peşinden gidip kovalayacak vakti yoktu. Shen Qingqiu açıklanamayacak bir şekilde kaybolmuş hissetti. İçinden onun için mum ışığı nöbeti* yakıp ilerlemeye devam etti.

Mum Işığı Nöbeti: Filmlerde sık sık karşımıza çıkan, vefat eden kişinin eşyalarının, fotoğrafının önüne koyulan mumlara verilen genel isimmiş. Ölüleri anmak haricinde çekilen acıları protesto etmek için de kullanılıyormuş. Tabii, Shen Qingqiu’nun burada fiziksel yakacak durumu ya da vakti olmadığından ancak maneviyatta kalıyor.

Yaşlı Saray Ustası sadece onun koşarak uzaklaşmasını izleyebilmişti. Shen Qingqiu da uzaklaşmaya başladığında Yaşlı Saray Ustası’nın son umut ışığı iz bırakmaksızın yok olmuştu. Yerdeydi, sersemlemişti; sonrasında başını aniden onu çevreleyen çimenlere gömüp yeşil örtüden ağız dolusu koparıvermişti.

Yaşlı Saray Ustası kontrolsüzce gülmeye devam ediyordu. Güldükçe başındaki filizler daha hızlı, daha uzun ve daha yoğun gelişiyordu. Göz açıp kapayıncaya kadar bütün kafası sarmaşıklarla sarmalanmış gibi görünüyordu. Çok vakit geçmeden artık gülemiyordu. Shen Qingqiu hemen hemen kafatasının ezilme sesini işitebilecekti.

Yaşlı Saray Ustası’nın başı verdiği birkaç titrek soluğun ardından şiddetle yerde parçalanmıştı. Bir daha başını asla kaldıramayacaktı.

Sektin lideri olmasına rağmen böylesine dehşet verici, korkunç bir şekilde ölmüştü. Bu, insanın acımayla iç çekmesine yeterdi.

Shen Qingqiu birkaç adımdan fazlasını atamadan önce kulağının dibinde ekolu bir ses işitti. Ses her yönden geliyor gibiydi. Tianlang-Jun’un sesi zevk izleri taşıyordu: “Tepe Lordu Shen saklambacı harika oynayabiliyormuş. Eninde sonunda tekrardan karşılaşacağımı düşünmedin mi?”

Shen Qingqiu elini bacağına indirip yabancı maddeyle karşılaştığında soğuk terler akıtıyordu. QingSi çoktan kan damarlarından bacağında yeşermişti.

Tianlang-Jun’un sesi tekrardan geldi: “Daima doğuya gittin. Bunun nedeni Kutsal Anıt Mezar’dan kaçmak için koruma bariyerindeki deliğe geri dönmeyi istemen değil mi?”

Bu piç gerçekten de nereye gittiğini biliyordu. Shen Qingqiu başını eğip bacağına bakmadan önce şaşkınlığını gizlemeye çalıştı. QingSi’nin bacağında kök salmasına izin verirse vakti geldiğinde istese de çıkaramazdı. Shen Qingqiu dişlerini kenetleyip Luo Binghe’ya baktı. Ardından kalbini duygusuzlaştırıp cübbesinin üst kısmını yırtıp açarak elini dolduracak kadar filizi kavrayıp acımasızca çekip çıkardı.

Beyni birkaç düzine saniyelik bir boşluğun ardından kendine geldi. Acı, etinden bir parça koparıyormuş gibi hissettiriyordu.

Shen Qingqiu güç bela soluklanmasının ardından kendine yavaş yavaş gelmişti. Ki, sonrasında, çıkarttığı sesin hıçkırığını tutmaya çalışırmış gibi çıktığını fark etmişti.

O anda yüzünü bile silmeye yeltenemiyordu. Hiçbir yolu yoktu. Bu gerçekten… çok fena acıyordu lan!

Her ne kadar kanı nehir gibi akıyor olsa da en azından sonunda tekrardan yürüyebiliyordu. Önceden Luo Binghe’nın acınası durumda olduğunu düşünürdü, şimdiyse şu anki durumda kendisinin %120 daha acınası sayılabileceğini kim bilebilirdi ki?     

Tianlang-Jun nerede olduğunu bildiğine göre kesinlikle Shen Qingqiu’nun gittiği yere gidecekti. Luo Binghe’yla birlikte doğuya gitmeyi sürdürürse Luo Binghe’nın ‘nazik akrabası’yla karşılaşmaları kaçınılmaz olacaktı. Shen Qingqiu kadim ormanvarî kabirden çıkıp birkaç odayı daha geçti. Hızlıca temiz ve rahat sayılabilecek bir taş tabut seçip Luo Binghe’nın başını koruyarak dikkatlice baygın müridini içine yerleştirdi. Doğrulup elini Luo Binghe’nın alnına yasladı. Hâlâ elini yakacak kadar sıcaktı. Luo Binghe’nın alnının ortasındaki İblis İşareti parlak, kırmızı bir ışık yayıyordu.

Shen Qingqiu İblis’in Kalbi kılıcını Luo Binghe’nın eline tutuşturdu. Sakinliğini kazandıktan sonra son olarak tabutu kapattı.

Tianlang-Jun, Zhuzhi-Lang onu ardından takip ederken telaşsızca ilerliyordu. Taş yoldan döndükten sonra Shen Qingqiu’yu elinde Xiu Ya kılıcıyla birlikte kabrin ortasında dururken gördüler. Onlara sakin bir şekilde, bir süredir gelmelerini bekliyormuşçasına bakıyordu.

Açık yeşil cübbesinin yarısı kırmızıya boyanmıştı. Kurumuş kan lekelerinin üzerinden akan kanlar sol elinden yere damlıyorlardı. Dudakları yüzü kadar soluktu. Tianlang-Jun hayrete düşmüştü. “Önceki karşılaşmamızın üzerinden sadece kısa bir süre geçti. Tepe Lordu Shen nasıl oldu da bu kadar hırpalanabildi?”

Shen Qingqiu öncesini düşündü. Hiddet Salonu’ndaki kızgın magma sütun tarafından şüphesiz yutulmuştu. Fakat şu anda Tianlang-Jun’un bedeninden kızarmış mantar kokusunu bile alamıyordunuz. Aksiliğin tek göstergesi siyah cübbesinin ucundaki buruşuk yanıklardı. Bunda mantık neredeydi?

Tianlang-Jun, “Tepe Lordu Shen’in sevgili müridi nerede?” diye sordu.

Shen Qingqiu, “Gitti.” dedi.

Tianlang-Jun güldü: “Tepe Lordu Shen hâlâ buradaysa o nasıl gidebilir?”

Shen Qingqiu da onunla gülmeye başlamıştı. Birbirlerine gülmeyi sürdürdükçe Tianlang-Jun artık gülemez olmuştu.

Çünkü bir adım daha atamadığını fark etmişti.

Engeli görmek için başını eğdi. Kristalize olmuş katı bir buz katmanının, ayak tabanından beline kadar kapladığını fark etmemişti. Kaplayan bölge bedenini tırmanmaya devam ediyordu. Zhuzhi-Lang ondan bile beter durumdaydı. Kolları da bacakları da çoktan yerinde donuvermişti.

Tianlang-Jun kabrin fazlasıyla soğuk olduğunu sonunda anlayabilmişti. Asık suratlı bir şekilde, “Mobei-Jun.” dedi.

Bu kabir salonu gerçekten de Mobei-Jun’un ataları tarafından yapılmıştı. İblis ırkı içerisinde buzları kontrol etmeye karşı doğal, eşsiz bir eğilimleri vardı. Bu sebeple arkalarındaki kabir salonu da içinden çıkılmaz bir şekilde buzla bağlanmıştı.

Kutsal Anıt Mezar’da her yerde kullanılmak için alanlarla aksesuarlar vardı. Bizzat uyuşmazlık içine çekilmeselerdi bile rakibe kullanabilecek başka şeyler vardı. Shen Qingqiu asıl eserden kabir salonundaki havadan daha yüksek ısıda bir şey olduğu gibi anında buzdan heykele dönüştürüldüğünü hatırlıyordu. 2-3 gün sonrasında paramparça olarak buz kırıklarına dönüşecekti. O nedenle, içeriye girmeden önce, ruhanî enerjisi dolaşımını vücut sıcaklığı olabildiğince düşsün diye yavaşlatmıştı. Bu nedenle o kadar solgun görünüyordu.

Tek bir cümleyle söylenen çaba sayesinde katı buz çoktan Tianlang-Jun’un göğsüne tırmanmıştı. İfadesi değişmemişti. Eli şeytanî enerjiyle çevrelenmiş olsa bile yine de yumruğunu koruyarak buzdan kristali kıramazdı. Yapacağı etki en az şekilde olacaktı. Buz onu sonsuza kadar dondurmaya elverişli olmasa bile hiç değilse bir saat civarı zamana bedeldi.

Tianlang-Jun, “Yanlış anlamamdan ötürü değil gibi görünüyor. Anlaşılan Tepe Lordu Shen gerçekten de iblislerin yasak bölgesini avcunun içi gibi biliyor.” dedi.

Shen Qingqiu yanıt vermedi. Dönüp uzaklaşmadan önce onlara el salladı. Tianlang-Jun Zhuzhi-Lang’e bir bakış atıp sakin bir şekilde “Sana daha önceden söylemiştim, Tepe Lordu Shen’i İblis Âlemi’ne getirmeye gerçekten niyetliysen hiçbir sıkıntı yaratmayacağına söz vermelisin demiştim. Ne yapman gerektiğini biliyorsun.” dedi.

Zhuzhi-Lang sessizce, “Bu ast anladı.” dedi.

Etkileşimlerini dinledikten sonra Shen Qingqiu çok önemli bir şeyi hesaba katmayı ya da almayı unutmuş gibi hissetmişti.


****


Önceki Bölüm  ― Sonraki Bölüm 

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder