17 Şubat 2021 Çarşamba

THE SCUM VILLAIN'S SELF-SAVING SYSTEM - BÖLÜM 62: TEK BİR KİŞİ İÇİN 2


Zhuzhi-Lang, “Usta Shen, affınıza sığınıyorum.” dedi.

Sığınma! Binlerce kez sığınma! Bu acınası duruma bana teşekkür etmek istediğinde düştüm, şimdi de gelip özür diliyorsan yaşarsam iyi!

Shen Qingqiu ne güzel ilerliyordu ki aniden kıvranmaya başlamış, destek almak için taş duvara tutunmuştu.

Midesinden bir şey çıkmak için mücadele ediyor gibiydi, kıvranarak bedenindeki sayısız damarda ilerliyordu. Bu tanıdık, berbat his Shen Qingqiu’nun neredeyse “*r*sp* çocuğu”nu ağzından kaçıracak noktaya getirmişti.

Luo Binghe hâlâ tabutta yatıyordu, o nedenle bedenindeki kandan hıncını alan yıkım başka birisine ait olmalıydı. Tianlang-Jun, “Tepe Lordu, Kutsal İblis’in kanını ilk içişiniz olmamalı, nasıl olur da hâlâ alışmazsınız?” dedi.

Shen Qingqiu öğürme dürtüsünü bastırdı. “…Onu ne zaman içmemi sağladın?”

Tianlang-Jun anlaşılmayacak bir alaycı tonlamayla, “Tepe Lordu Shen, unutma, ölümsüz bedenin kısa bir zaman diliminden çok daha uzun zamandır elimizdeydi. Yapabileceğimiz gerçekten tonlarca şey vardı.”

Konuyu neye yönelttiğinin gayet bariz olduğuna şüphe yoktu. Shen Qingqiu durakladı, ardından ilerlemeye devam etti. İlerledikçe midesindeki ağrı şiddetlendi fakat adımları yavaşlamak yerine hızlanıyordu. Bunun kısmen nedeni acıya dayanıklığının artmasıydı fakat, en önemlisi, şu anda katiyen yığılamayacağının bilincinde olmasıydı.

İkisi donukken henüz kaçmak için şansı vardı fakat buz çözülene kadar oyalanırsa onları tekrardan durdurmayı düşünme bile!

Adımları hızlandıkça Zhuzhi-Lang eylemlerini kana bulamaya daha şiddetli bir şekilde yöneliyordu. Shen Qingqiu riskleri bilmesine rağmen Zhuzhi-Lang’e bir anlık bakmak için arkasını dönmeye direnemedi. Bu mu iyiliği telafi etme şeklin? Kan paraziti yumurtaları ve yuvalarıyla karnında aile toplantısı yapmak mı?

Tianlang-Jun iç çekti, “Bu durumda çok fazla ilerleyemesen bile, Tepe Lordu Shen inatçı ve iradeli birisi, gerçekten de sıradışı bir kişilik. Şunu sormalıyım, oğlum için hayatını boşa harcamaya kararlı mısın?”

Aniden, Zhuzhi-Lang, “Lordum, ben… bu ast devam edemiyor.” dedi.

Sözü henüz işitilmişken Shen Qingqiu acının aniden yok olduğunu, bütün bedeninde bir hafifleme olduğunu hissetmişti. Anında delicesine koşmaya başladı. Birdenbire kaçabildiğini gören Tianlang-Jun afallayarak, “Kanın onu zapt etmemiş miydi?” dedi.

Zhuzhi-Lang de şaşırmış bir hâldeydi. “Önceden onu zapt edebiliyordum. Fakat şu anda yapamıyorum ve nedenini bilmiyorum!”

Shen Qingqiu kulakları çınladığından ve gözlerinin bulanıklığından ne düzgün görüyor ne de duyuyordu fakat Luo Binghe’yı girişe kadar sürükleyip çıkarması gerekiyordu. Duvardan kendine destek alarak ağır ağır koşmaya devam etti. Bir şeye takılmış, tüm bedeni sarsılıvermişti. Bunca zaman onu taşımanın ardından bedeni çoktan sınırına gelmişti, yıkılmanın eşiğinde direniyordu, dizleri pelteye dönmüştü.

Yine de dizlerinin üstüne düşmemiş, onun yerine eliyle sıkı sıkı destek alarak yarı sürüklenir yarı ayakta kalmıştı.

Başı dönüyor, gözleri bulanıklaşıyordu; bakışları yukarıya odaklanmıştı.

Taş koridorun kasvetli karanlığında yüzünü olmasa da öfkeyle yanıp tutuşan gözlerle kasvetin arasından açıkça ışıldayan parlak kırmızı iblis işaretini görmemek imkânsızdı.

Tianlang-Jun ve Zhuzhi-Lang tepeden tırnağa donmuşlar, odanın merkezinde duran karanlık enerjiyle sarmalanmış iki buzdan heykel olmuşlardı. Luo Binghe salona girdikten sonra beyaz, dondurucu soğuk enerji iplikleri siyah botlarından tırmanmaya başlamış fakat acımasızca çiğnenerek parçalara ayrılmışlardı. İki buzdan heykelin üzerine çullanarak ikisine de vuruverdi. Katı buzun yüzeyinde çatlaklar hızlıca yayıldı.

Shen Qingqiu, taştan duvara yarı yarıya yaslanırken, “Faydası yok, çoktan şekillenmiş bir buz kristalini kırmak çocuk oyuncağı değil. Böyle vurarak içindeki kişiyi yaralayamazsın da. Bu fırsatı değerlendirip onlar hâlâ donuk hâldeyken Kutsal Anıt Mezar’dan kaçmamız en iyisi olacaktır.” dedi.

Luo Binghe aniden dönerek ona doğru ilerlemeye başladı.

Ansızın da olsa Luo Binghe’yı tekrardan gördüğünden Shen Qingqiu hem paniğe kapılmış hem de sevinmişti. Onu almak için taş tabuta geri dönmeyi planlıyordu fakat onun çoktan uyanmış olabileceğini düşünmemişti. “Nasıl hissediyorsun?” deyiverecekti ki Luo Binghe’nın sinir krizinde gibi göründüğünü fark etmişti.

Luo Binghe sert bir sesle, “Onlarla ortak olmayın demedim mi ben size?!” dedi.

Bu cümle neredeyse kükreme gibi çıkmıştı. Shen Qingqiu zaten sersemlemiş hâldeydi, şimdi de yüzüne bir leğen dolusu soğuk suyu yemiş gibi hissetterecek şekilde kulak zarı acıyacak kadar bağırılmıştı da. Bir an için suskun suskun durduktan sonra yüreğinde gizemli bir ateş demetinin fışkırdığını hissetti.

Sakinlikle, “İyi misin?” dedi.

Luo Binghe’nın tonu hâlâ az çok sertti. “İyi mi? Ne iyisi?”
  

Enerjiyle dolup taştığına göre büyük ihtimalle iyiydi. Durum böyle olunca, kendisi, en azından, Luo Binghe’ya iyiliğini birazcık ödemeyi başarabilmişti. Shen Qingqiu başını salladı. “Öyleyse sorun yok.”

Arkasını dönüp rastgele bir yön seçerek uzaklaştı.  

Aslında nereye gittiğini de bilmiyordu. Kutsal Anıt Mezar’dan çıkmak için Xin Mo kılıcı da Luo Binghe da gerekliydi, biri bile olmazsa sadece içeride rastgele dolaşabilirdiniz. Fakat, onu bu kadar uzağa sürüklemek için hayatını riske atmış ve karşılığı olarak yüz dolusu bir haykırış almıştı. Burada durup somurtması beyhudeydi.

Enerji çeken mumlar aniden yandığında henüz birkaç adım atmamıştı bile. Zayıf mum ışıkları yan profilini aydınlatıyordu. Luo Binghe aniden onu çekmek için uzandı. “Ağlıyor musunuz?”

Shen Qingqiu şaşkın şaşkın baktı.  

Ağlıyor muydu?  

Ağlıyor muydu?

Bu nasıl mümkün olabilir?!
  

Yüzünü kontrol etmek için sol elini kaldırdı. Öncesinde bu sağlam eli Luo Binghe’yı sıkıca tutmakla meşguldü ve yalnızca şimdi başka bir şey için kullanabilme fırsatı olmuştu. Yüzündeki ifadeye gelince ne zaman ağlamaya başladığını gerçekten bilmiyordu, gözyaşları yanaklarından süzülüyordu. 

Shen Qingqiu aniden bu acı gözyaşlarının QingSi’yi bacağından çektiğinden kalma olduğunu anlamıştı.   

Ne nahoş ama.

Luo Binghe’nın sesindeki hiddet iz bırakmaksızın gidivermişti. Gergin bir şekilde, “Tabiri caizse az önce Shizun’un ağladığını duydum, sahte değildi ya?” dedi.

Shen Qingqiu rezi olmanın hiddetiyle çıkıştı. “Ağlamak mı, ne ağlaması, bilmiyorum ben!”

Onu başından savıp konuşması bittiği gibi uzaklaştı. Luo Binghe onu aceleyle arkadan kavradı. Lanet olsun, QingSi’nin kök sardığı sağ elini tutmuş olmuştu. Shen Qingqiu acıyla çığlık atmasını bastırmayı başarmıştı fakat yine de boğuk bir inilti çıkarmıştı. Luo Binghe anında bırakıp yalnız sol elini uzatırken mum ışığının altından onu inceledi.
  

Baktıkça evhamı artıyordu. Şu anda bakıldığında Shen Qingqiu’nun bedeninin hiçbir yeri sağlam denilebilecek şekilde değildi. Yara bereden ibaret değildi, gerçekten katlanılması berbat olan bir görüntüydü. Luo Binghe bilincini kaybetmeden önce Shen Qingqiu’nun mükemmel bir durumda olduğunu hatırladı. Sesi titriyordu. “Bunlar… benim yüzümden mi oldu?”
  

Shen Qingqiu’nun kan başına çıkacaktı. Ondan olmasa kimden olacaktı?  

O tarz bir şey diyemezdi, hiçbir zaman yaralarını gösterip ilgi alakayı üzerine çekmenin sağlanmasından hoşnut olmamıştı, o nedenle sadece şu iki kelimeyi sarf etti: “Elini çek.

Luo Binghe’nın ifadesi göz açıp kapayıncaya kadar değişip yumuşadı. “Çekmeyeceğim. Shizun, kızma, hatalıydım.”

Şunu kaç defa söyledi?!

Shen Qingqiu elini geçiştirecek şekilde salladı. Çabuk olup ilerle ilerle ilerle, kör cesetler çoktan bizi kuşattılar, yolu tıkayarak ne yapıyoruz burada? Yollanan Luo Binghe bir kez daha ona yapışkan şeker gibi yapışmıştı, kopartamıyordunuz bile. “Shizun, niçin bana vurmadınız? Tepeniz attığında bana vurabilirsiniz, ne dersiniz?”

Birisi bana yardım etsin, onu hapsedebilecek amansız bir M var burada-
  

Yere uçuvermişlerdi fakat Luo Binghe o süreçte onu sarmalamaktaydı. Shen Qingqiu artık Luo Binghe’nın hareket silsilesine alışmıştı, tehdite değil de tatlı dile açık olduğunu biliyordu. Uzun bir süre onu yormasının ardından Shen Qingqiu “…Her zaman böyleydin, ağlayıp hatalarını kabulleniyorsun ama davranışlarını değiştirsen öleceksin. Ne faydası var?”

Gelinen bu noktada Luo Binghe neredeyse hıçkırarak ağlayacaktı. “Davranışlarımı değiştirmem yeterli olmaz mı? Shizun, beni bırakma.”

Durumunun boktanlığını gördüğünde önceden bıraktığı darbeler konusunda hâlâ endişelenmeseydi gerçekten kafasına birkaç defa geçirmek istiyordu. Öğretme yönteminde bir sorun mu vardı? Nasıl oldu da bir sulu gözlü yetiştirebilmişti? Luo Binghe, iblis kralının vücut bulmuş hâli, Shizun’un kıyafetine asılmayı ve etrafta birileri yokken ağlaşmayı seviyordu- bunu birisine bahsetse kim inanırdı lan?!
  

Niny Yingying bile bu kadar sulu gözlü değildi!
  

Shen Qingqiu’nun katlanamamasına ramak kalmıştı. “Kim seni bırakıyor? Hm?”

Luo Binghe, “Bilincimi kaybettikten sonra hâlâ biraz bilincim yerindeydi, uyanmak için tüm gücümle savaşıyordum. Fakat uyanmayı başardıktan sonra kendimi tabutun içinde yatarken, Shizun’u da kim bilir nereye kaçmış şekilde buldum. Bir anlığına sinirden kendimi kaybedip terk edildiğimi, Shizun’un benimle ilgilenmek yerine onlarla gitmeyi tercih ettiğini düşündüm…”

Tabutun içinde “terk edildiğini” fark etmek, bu his gerçekten de pek iyi olmamalıydı. Shen Qingqiu iç çekmiş, vicdanı suçlulukla bastırılmaktaydı.  

Luo Binghe “Az önce onu bilerek yapmadım. Neden bilmiyorum, gerçekten olduğuna inanmadım, o tarz şeyler söylemek istemiyordum, hiç kendimi kontrol edemedim. Utanç verici olduğumu ve küçük düştüğümü biliyorum ama Shizun’un bunca zaman beni koruyup asla bir kenara atmadığını bilmek... Bunca zaman hayal görmediğimi gösterdi, çok mutluyum…  

Kim utanç vericiydi ve küçük düşüyordu?

İki olgun adam kuru gözyaşları ve silinen sümüklerle top olmuştu, ikisi de utanç vericiydi, ikisi de küçük düşüyordu, farkında değil misin?!

Büyük ihtimalle o kadar mutluydu ki daha süslü kelimeler bulamıyor, sürekli “mutlu”, “memnun” şeklinde iki basit kelimeyi tekrarlayıp duruyordu. Shen Qingqiu’nun yüzü birkaç kez seğirdi. Şakaklarını ovuşturup uzun bir şekilde iç çekti.

 

Her neyse. Bu ilk kez olmuyordu. Rüya İblisi bile çocuğun önünüzde kararmış iblis lordu gibi davranıp arkanızdan mendillere sarılarak ağlaştığı tarzında bıktırıcı davranışları olduğunu söylemişti, hatta bu konuda onunla tartışmıştı bile.

 

Gerçi, kendisi de çok duygusuzdu, sonrasında açıklanamayacak bir şekilde ufak bir yanlış anlaşılmaya hiddetlenmişti. Onunla sinir hastası bir talihsiz çocuk arasında hiçbir fark yoktu, nasıl da kıdemli olmaya yakışıksızdı.

 

Sakinleşip, “Öyleyse, artık iyi misin?” dedi.
  

 

Luo Binghe hızlı hızlı başını salladı. “İyiyim.”
  

 

Az önce ciddi bir şekilde tepen atmıştı ama şimdi son derece iyi miydin? Shen Qingqiu fazlasıyla şüphelendiğinden elini alnına yerleştirdi, gerçekten de soğuk ve sakinlemişti. Shen Qingqiu elini çekmek istemişti ama Luo Binghe kendi elini üzerine yerleştirip geri çekmesine izin vermedi. Gözleri iki avuç içinin ardında parıldıyordu.
  

 

Bu ifade çok tanıdıktı. Bu tam olarak her gün etrafta onu takip edip Qing Jing Tepesi’nde otlayan harika küçük kuzunun, gün ışığının genç pırıltılarını taşıyan Luo Binghe’ydı.

 

Shen Qingqiu’nun yüzü bakışlarının ardında kırmızıya bürünecekti fakat zorla elini çekmemek için dayanamadı. Diğeri böylesine mutluyken renk coşkusu gerçekten de yüzüne tokat etkisi yaratırdı.
  

 

“Gerçekten, kesinlikle iyisin yani? Baş dönmen yok? Ruhanî enerjinin de şeytanî enerjinin de dolaşımı etkin?” dedi.
  

 

Luo Binghe, “Gayet etkin. Oldukça etkin. Hatta öncesinden daha bile etkin?” dedi.
  

 

Konuşurlarken çoktan Kutsal Türbe’nin doğu tarafındaki odaya varmışlardı. Luo Binghe kılıcını çekerek görselli duvara doğru sallayıp keserek havada zifirî karanlık bir yarık açtı. Kırık kolu mucizevî bir şekilde iyileşmiş, bacağı artık topallamıyordu, yüzündeki kanı tertipli bir şekilde silmiş ve temizlemişti, daima asi olan Xin Mo kılıcı da evcilleştirilerek söz dinleyip teslim olmuştu. Kahramanın halesi hâlâ kahramanın hâlesiydi, kahraman da hâlâ kahramandı. Shen Qingqiu başka bir şey söylemek istemiyordu, eliyle “hadi, hadi” der gibi yaparak yarığa ilerledi.
  

 

Anıt Mezar’ın dışında, olay yeri ışıkla yıkanmıştı. Luo Binghe yavaşça elini Shen Qingqiu’yu desteklemek için uzattı.
  

 

Nitekim gerçekten de en son bu tarz normal bir etkileşimleri olalı çok uzun zaman olmuştu.
  

 

Kalbinin derinliklerinden gelen vicdan azabının uğuldamasıyla Shen Qingqiu Luo Binghe’ya bir bakış atmaya direnemedi. Kendisiyle fazlasıyla barışık, gerçekten de “gayet iyi” görünüyordu. Eski zamanlarda onu her şeyden korumaya bağlı olup sonunda Luo Binghe’ya saplantılı olmaması hayretti doğrusu. Meğerse bunca zaman hale hilesini yeniden doldurmak için uyuyormuş. [Hoşça kal der gibi elini sallar]
  

 

Luo Binghe aniden, “Fakat, Shizun’un ağladığını duymak haricinde…” dedi.

 

Shen Qingqiu hafifçe tebessüm etti. “Hm? Kim ağlıyormuş?”
  

Luo Binghe aniden tonunu değiştirdi. “Birisinin ağladığını duymak haricinde tuhaf bir his de var.”

Bunu duyduğunda Shen Qingqiu tekrardan biraz endişelenmeye başlamıştı. Sahiden de bazı kalıcı sonuçları var mıydı? Sessizce, “Ne gibi bir his?” diye sordu.
  

Luo Binghe başını iki yana salladı. “…Söyleyemem.”  

“Acıtıyor mu?” 

“Acıtmıyor, fazlasıyla…”

Sözünü bitirmemişti, afallamış bir ifadeyle kendi aşağısına doğru baktı.
  
Shen Qingqiu: “…”

Merhaba kutsal sütun, hoşça kal kutsal sütun!
  

Bu konu daha fazla devam edemeyeceğinden bıraktılar. Tianlang-Jun’un sesi yok olmayı reddeden bir ruh gibi yükseldi. “Tepe Lordu Shen, niçin gitmek için bu kadar arzulusun? İkiniz bu ırkın kutsal arazisini oldukça altüst ettiniz, ardınızda bir şey bırakmadan gitmeniz sizce de affedilemez değil mi?”
  

Her bir kelimede ses daha da yaklaşıyordu. Uzun sürmeden sureti ufukta belirdi. Shen Qingqiu gözlerini devirdi. Fakat oldukça şanslıydılar ki Mo Bei klanının yüz binlerce yıllık buz efsunu bu ikisini onlar Kutsal Türbe’den çıkana kadar tutabilirdi.
  

Öncesinde Luo Binghe onu parça pinçik edemeyeceğinden pek de memnun değildi fakat şu anda kendilerini gümüş tepside sunmaları oldukça memnun ediciydi. Eklemlerini çıtlattı, bakışlarını Zhuzhi-Lang’ın üzerine sabitleyip, “Kanını Shizun’uma içirmeye cüret ettin.” diye hırıldadı.
  

Zhuzhi-Lang gizliden gizliye Shen Qingqiu’ya bakıyordu, yüzünde mahcubiyet vardı. Tianlang-Jun ona bakıp “Hey, gerçekten de yüzüne takındığın ifadelerle kelimeleri dillendiremezsin. Sen de mi Tepe Lordu Shen’i kanınla besledin? Diğer türlü, Tepe Lordu Shen’in bedenindeki diğer kan paraziti takımının ustaları kim ola ki?
  

Bunu işittiğinde Luo Binghe kaskatı kesilmiş, yumruklarını sıkmıştı. Shen Qingqiu tam Xiu Ya kılıcına davranmak için elini kaldırmıştı ki Luo Binghe yumuşak bir sesle, “Shizun, savaşmanıza gerek yok, ben kendime yeterim.” dedi.
  

Ve savaş başlar!

Üç kötü enerji sütunu fırtına gibi gökyüzüne çalkalanarak yükseliyordu. Shen Qingqiu izleyici olarak savaşı izlerken iblisle insanlar arasındaki farkı daha bile fazla idrak etmişti.
  

Fark, yıkıcı güçlerin son derece fazla olmasıydı!
  

Ayrıca, Luo Binghe sadece hale hilesini yeniden doldurmamıştı, seviye de atlatmıştı. Birkaç saat önce çok kötü dövülmüş, karşılık veremeyecek kadar güçsüzken şimdi kahramanın halesi başına sımsıkı yapışmıştı!

İzlerken kırmızı, kemikten bir kartal savaş alanının üzerinde daireler çizmeye başladı. Kanatlarını alçaltıp savaşa dalmak için an kolluyordu. Anlaşılan Luo Binghe ikiye bir savaşırken bariz bir şekilde kötü niyet barındırarak gelen yeni kişiyi önemsememişti fakat Shen Qingqiu her şeyi bariz bir şekilde görebiliyordu. Tam uyarmıştı ki kemikten kartal aniden aşağıya süzülerek Luo Binghe’nın kafasının üstüne daldı.

Gizli saldırı mı?

Shen Qingqiu eli olması gerektiği gibi dururken kılıcı ters, aşağıya gelecek şekilde tutup nişan almak için gözlerini kısmış ve hedefine güçlü bir şekilde fırlatmıştı. Kar beyazı kılıç ok gibi fırlamış, kemikten kartalı yıldırım gibi hızlı bir şekilde delip geçmişti.

Rahatlamayla nefesini veremeden önce kemikten kartalın bedeninin düşmeyip binlerce inci ve on binlerce damlaya dönüşüp Shen Qingqiu’ya doğru uçacağını kim bilebilirdi ki?

O taraftaki Tianglang-Jun anında geriye çekilmiş, kahkahalar eşliğinde savaş alanından zıplayarak çıkmıştı. Kanlı incilerin havayı delerek saçıldığını gören Luo Binghe’nın yüzünde paniğe kapılmış bir ifade çakılıvermişti.

Shen Qingqiu o anda Tianlang-Jun’un bizzat kendi kanını kullanarak kemiktan kartalı yaptığını fark etmişti. Luo Binghe’ya kasıtlı olarak gizli saldırı yapmıştı, gelin görün ki asıl amacı Shen Qingqiu’yu avuç içinde oynatmak için çekip işini bitirmekti!

Bunu fark ettiği gibi yüzü kan yağmuruyla kırmızıya bulandı. Tianlang-Jun hafifçe tebessüm ederek havayı mühürlemek için elini kaldırdı. Shen Qingqiu kalbinin yavaşladığını hissetti, gerçekten de dev bir el kalbini tutmuş da art niyetle sıkıyormuş gibiydi.

Çok fazla kan vardı, dudaklarını sıkıca kapatsa bile hafif bir demir tadı yine de diline gelmişti.

Kırmızı Boğa gibi Kutsal İblis kanını onun dışında başka kim içebilirdi ki? Başka kim üç farklı Kutsal İblis’in kanını içebilirdi ki?

Luo Binghe’nın gözleri gerilimle anında kırmızıya dönüşmüştü fakat Tianlang-Jun’un kanı çoktan Shen Qingqiu’nun bedenine girmişti. Düşüncesizce hareket etmeye cesaret edemiyordu, kan parazitlerini kımıldatmasından korkuyordu. Yalnızca dişlerini sıkarak “Dur!” diye bağırabildi.

Shen Qingqiu’nun yüzünün ardı ardına yeşile ve beyaza döndüğünü gören Zhuzhi-Lang fırlayarak, “Lordum, lütfen bu astı bağışlayın…” demeden edemedi.

Tianlang-Jun omuzlarını silkti. “Öyleyse diğer genç arkadaşımızın ne yapacağını görmek zorundayız.”

 


****


Önceki Bölüm  ― Sonraki Bölüm 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder