Zhuzhi-Lang,
“Usta Shen, affınıza sığınıyorum.” dedi.
Sığınma!
Binlerce kez sığınma! Bu acınası duruma bana teşekkür etmek istediğinde düştüm,
şimdi de gelip özür diliyorsan yaşarsam iyi!
Shen
Qingqiu ne güzel ilerliyordu ki aniden kıvranmaya başlamış, destek almak için
taş duvara tutunmuştu.
Midesinden
bir şey çıkmak için mücadele ediyor gibiydi, kıvranarak bedenindeki sayısız
damarda ilerliyordu. Bu tanıdık, berbat his Shen Qingqiu’nun neredeyse “*r*sp*
çocuğu”nu ağzından kaçıracak noktaya getirmişti.
Luo
Binghe hâlâ tabutta yatıyordu, o nedenle bedenindeki kandan hıncını alan yıkım
başka birisine ait olmalıydı. Tianlang-Jun, “Tepe Lordu, Kutsal İblis’in kanını
ilk içişiniz olmamalı, nasıl olur da hâlâ alışmazsınız?” dedi.
Shen
Qingqiu öğürme dürtüsünü bastırdı. “…Onu ne zaman içmemi sağladın?”
Tianlang-Jun
anlaşılmayacak bir alaycı tonlamayla, “Tepe Lordu Shen, unutma, ölümsüz bedenin
kısa bir zaman diliminden çok daha uzun zamandır elimizdeydi. Yapabileceğimiz
gerçekten tonlarca şey vardı.”
Konuyu
neye yönelttiğinin gayet bariz olduğuna şüphe yoktu. Shen Qingqiu durakladı,
ardından ilerlemeye devam etti. İlerledikçe midesindeki ağrı şiddetlendi fakat
adımları yavaşlamak yerine hızlanıyordu. Bunun kısmen nedeni acıya
dayanıklığının artmasıydı fakat, en önemlisi, şu anda katiyen yığılamayacağının
bilincinde olmasıydı.
İkisi
donukken henüz kaçmak için şansı vardı fakat buz çözülene kadar oyalanırsa
onları tekrardan durdurmayı düşünme bile!
Adımları
hızlandıkça Zhuzhi-Lang eylemlerini kana bulamaya daha şiddetli bir şekilde
yöneliyordu. Shen Qingqiu riskleri bilmesine rağmen Zhuzhi-Lang’e bir anlık
bakmak için arkasını dönmeye direnemedi. Bu mu iyiliği telafi etme şeklin? Kan
paraziti yumurtaları ve yuvalarıyla karnında aile toplantısı yapmak mı?
Tianlang-Jun
iç çekti, “Bu durumda çok fazla ilerleyemesen bile, Tepe Lordu Shen inatçı ve
iradeli birisi, gerçekten de sıradışı bir kişilik. Şunu sormalıyım, oğlum için
hayatını boşa harcamaya kararlı mısın?”
Aniden,
Zhuzhi-Lang, “Lordum, ben… bu ast devam edemiyor.” dedi.
Sözü
henüz işitilmişken Shen Qingqiu acının aniden yok olduğunu, bütün bedeninde bir
hafifleme olduğunu hissetmişti. Anında delicesine koşmaya başladı. Birdenbire
kaçabildiğini gören Tianlang-Jun afallayarak, “Kanın onu zapt etmemiş miydi?”
dedi.
Zhuzhi-Lang
de şaşırmış bir hâldeydi. “Önceden onu zapt edebiliyordum. Fakat şu anda
yapamıyorum ve nedenini bilmiyorum!”
Shen
Qingqiu kulakları çınladığından ve gözlerinin bulanıklığından ne düzgün görüyor
ne de duyuyordu fakat Luo Binghe’yı girişe kadar sürükleyip çıkarması
gerekiyordu. Duvardan kendine destek alarak ağır ağır koşmaya devam etti. Bir
şeye takılmış, tüm bedeni sarsılıvermişti. Bunca zaman onu taşımanın ardından
bedeni çoktan sınırına gelmişti, yıkılmanın eşiğinde direniyordu, dizleri
pelteye dönmüştü.
Yine de
dizlerinin üstüne düşmemiş, onun yerine eliyle sıkı sıkı destek alarak yarı
sürüklenir yarı ayakta kalmıştı.
Başı
dönüyor, gözleri bulanıklaşıyordu; bakışları yukarıya odaklanmıştı.
Taş
koridorun kasvetli karanlığında yüzünü olmasa da öfkeyle yanıp tutuşan gözlerle
kasvetin arasından açıkça ışıldayan parlak kırmızı iblis işaretini görmemek
imkânsızdı.
Tianlang-Jun
ve Zhuzhi-Lang tepeden tırnağa donmuşlar, odanın merkezinde duran karanlık
enerjiyle sarmalanmış iki buzdan heykel olmuşlardı. Luo Binghe salona girdikten
sonra beyaz, dondurucu soğuk enerji iplikleri siyah botlarından tırmanmaya
başlamış fakat acımasızca çiğnenerek parçalara ayrılmışlardı. İki buzdan
heykelin üzerine çullanarak ikisine de vuruverdi. Katı buzun yüzeyinde çatlaklar
hızlıca yayıldı.
Shen
Qingqiu, taştan duvara yarı yarıya yaslanırken, “Faydası yok, çoktan
şekillenmiş bir buz kristalini kırmak çocuk oyuncağı değil. Böyle vurarak
içindeki kişiyi yaralayamazsın da. Bu fırsatı değerlendirip onlar hâlâ donuk
hâldeyken Kutsal Anıt Mezar’dan kaçmamız en iyisi olacaktır.” dedi.
Luo
Binghe aniden dönerek ona doğru ilerlemeye başladı.
Ansızın
da olsa Luo Binghe’yı tekrardan gördüğünden Shen Qingqiu hem paniğe kapılmış
hem de sevinmişti. Onu almak için taş tabuta geri dönmeyi planlıyordu fakat
onun çoktan uyanmış olabileceğini düşünmemişti. “Nasıl hissediyorsun?”
deyiverecekti ki Luo Binghe’nın sinir krizinde gibi göründüğünü fark etmişti.
Luo
Binghe sert bir sesle, “Onlarla ortak olmayın demedim mi ben size?!” dedi.
Bu cümle
neredeyse kükreme gibi çıkmıştı. Shen Qingqiu zaten sersemlemiş hâldeydi, şimdi
de yüzüne bir leğen dolusu soğuk suyu yemiş gibi hissetterecek şekilde kulak
zarı acıyacak kadar bağırılmıştı da. Bir an için suskun suskun durduktan sonra
yüreğinde gizemli bir ateş demetinin fışkırdığını hissetti.
Sakinlikle,
“İyi misin?” dedi.
Luo Binghe’nın tonu hâlâ az çok sertti. “İyi mi? Ne iyisi?”
Enerjiyle
dolup taştığına göre büyük ihtimalle iyiydi. Durum böyle olunca, kendisi, en
azından, Luo Binghe’ya iyiliğini birazcık ödemeyi başarabilmişti. Shen Qingqiu
başını salladı. “Öyleyse sorun yok.”
Arkasını
dönüp rastgele bir yön seçerek uzaklaştı.
Aslında
nereye gittiğini de bilmiyordu. Kutsal Anıt Mezar’dan çıkmak için Xin Mo kılıcı
da Luo Binghe da gerekliydi, biri bile olmazsa sadece içeride rastgele
dolaşabilirdiniz. Fakat, onu bu kadar uzağa sürüklemek için hayatını riske
atmış ve karşılığı olarak yüz dolusu bir haykırış almıştı. Burada durup
somurtması beyhudeydi.
Enerji
çeken mumlar aniden yandığında henüz birkaç adım atmamıştı bile. Zayıf mum
ışıkları yan profilini aydınlatıyordu. Luo Binghe aniden onu çekmek için
uzandı. “Ağlıyor musunuz?”
Shen
Qingqiu şaşkın şaşkın baktı.
Ağlıyor
muydu?
Ağlıyor
muydu?
Bu nasıl
mümkün olabilir?!
Yüzünü
kontrol etmek için sol elini kaldırdı. Öncesinde bu sağlam eli Luo Binghe’yı
sıkıca tutmakla meşguldü ve yalnızca şimdi başka bir şey için kullanabilme
fırsatı olmuştu. Yüzündeki ifadeye gelince ne zaman ağlamaya başladığını
gerçekten bilmiyordu, gözyaşları yanaklarından süzülüyordu.
Shen
Qingqiu aniden bu acı gözyaşlarının QingSi’yi bacağından çektiğinden kalma
olduğunu anlamıştı.
Ne nahoş
ama.
Luo
Binghe’nın sesindeki hiddet iz bırakmaksızın gidivermişti. Gergin bir şekilde,
“Tabiri caizse az önce Shizun’un ağladığını duydum, sahte değildi ya?” dedi.
Shen
Qingqiu rezi olmanın hiddetiyle çıkıştı. “Ağlamak mı, ne ağlaması, bilmiyorum
ben!”
Onu
başından savıp konuşması bittiği gibi uzaklaştı. Luo Binghe onu aceleyle
arkadan kavradı. Lanet olsun, QingSi’nin kök sardığı sağ elini tutmuş olmuştu.
Shen Qingqiu acıyla çığlık atmasını bastırmayı başarmıştı fakat yine de boğuk
bir inilti çıkarmıştı. Luo Binghe anında bırakıp yalnız sol elini uzatırken mum
ışığının altından onu inceledi.
Baktıkça
evhamı artıyordu. Şu anda bakıldığında Shen Qingqiu’nun bedeninin hiçbir yeri
sağlam denilebilecek şekilde değildi. Yara bereden ibaret değildi, gerçekten
katlanılması berbat olan bir görüntüydü. Luo Binghe bilincini kaybetmeden önce
Shen Qingqiu’nun mükemmel bir durumda olduğunu hatırladı. Sesi titriyordu.
“Bunlar… benim yüzümden mi oldu?”
Shen
Qingqiu’nun kan başına çıkacaktı. Ondan olmasa kimden olacaktı?
O tarz
bir şey diyemezdi, hiçbir zaman yaralarını gösterip ilgi alakayı üzerine çekmenin
sağlanmasından hoşnut olmamıştı, o nedenle sadece şu iki kelimeyi sarf etti:
“Elini çek.
Luo
Binghe’nın ifadesi göz açıp kapayıncaya kadar değişip yumuşadı. “Çekmeyeceğim.
Shizun, kızma, hatalıydım.”
Şunu kaç
defa söyledi?!
Shen Qingqiu elini geçiştirecek şekilde salladı. Çabuk
olup ilerle ilerle ilerle, kör cesetler çoktan bizi kuşattılar, yolu tıkayarak
ne yapıyoruz burada? Yollanan Luo Binghe bir kez daha ona yapışkan şeker gibi
yapışmıştı, kopartamıyordunuz bile. “Shizun, niçin bana vurmadınız? Tepeniz
attığında bana vurabilirsiniz, ne dersiniz?”
Birisi bana yardım etsin, onu hapsedebilecek amansız bir M
var burada-
Yere
uçuvermişlerdi fakat Luo Binghe o süreçte onu sarmalamaktaydı. Shen Qingqiu
artık Luo Binghe’nın hareket silsilesine alışmıştı, tehdite değil de tatlı dile
açık olduğunu biliyordu. Uzun bir süre onu yormasının ardından Shen Qingqiu
“…Her zaman böyleydin, ağlayıp hatalarını kabulleniyorsun ama davranışlarını
değiştirsen öleceksin. Ne faydası var?”
Gelinen
bu noktada Luo Binghe neredeyse hıçkırarak ağlayacaktı. “Davranışlarımı
değiştirmem yeterli olmaz mı? Shizun, beni bırakma.”
Durumunun
boktanlığını gördüğünde önceden bıraktığı darbeler konusunda hâlâ
endişelenmeseydi gerçekten kafasına birkaç defa geçirmek istiyordu. Öğretme
yönteminde bir sorun mu vardı? Nasıl oldu da bir sulu gözlü yetiştirebilmişti?
Luo Binghe, iblis kralının vücut bulmuş hâli, Shizun’un kıyafetine asılmayı ve
etrafta birileri yokken ağlaşmayı seviyordu- bunu birisine bahsetse kim
inanırdı lan?!
Niny
Yingying bile bu kadar sulu gözlü değildi!
Shen
Qingqiu’nun katlanamamasına ramak kalmıştı. “Kim seni bırakıyor? Hm?”
Luo
Binghe, “Bilincimi kaybettikten sonra hâlâ biraz bilincim yerindeydi, uyanmak
için tüm gücümle savaşıyordum. Fakat uyanmayı başardıktan sonra kendimi tabutun
içinde yatarken, Shizun’u da kim bilir nereye kaçmış şekilde buldum. Bir
anlığına sinirden kendimi kaybedip terk edildiğimi, Shizun’un benimle ilgilenmek
yerine onlarla gitmeyi tercih ettiğini düşündüm…”
Tabutun
içinde “terk edildiğini” fark etmek, bu his gerçekten de pek iyi olmamalıydı.
Shen Qingqiu iç çekmiş, vicdanı suçlulukla bastırılmaktaydı.
Luo
Binghe “Az önce onu bilerek yapmadım. Neden bilmiyorum, gerçekten olduğuna
inanmadım, o tarz şeyler söylemek istemiyordum, hiç kendimi kontrol edemedim.
Utanç verici olduğumu ve küçük düştüğümü biliyorum ama Shizun’un bunca zaman
beni koruyup asla bir kenara atmadığını bilmek... Bunca zaman hayal görmediğimi
gösterdi, çok mutluyum…
Kim utanç
vericiydi ve küçük düşüyordu?
İki olgun
adam kuru gözyaşları ve silinen sümüklerle top olmuştu, ikisi de utanç
vericiydi, ikisi de küçük düşüyordu, farkında değil misin?!
Büyük ihtimalle o kadar mutluydu ki daha süslü kelimeler
bulamıyor, sürekli “mutlu”, “memnun” şeklinde iki basit kelimeyi tekrarlayıp
duruyordu. Shen Qingqiu’nun yüzü birkaç kez seğirdi. Şakaklarını ovuşturup uzun
bir şekilde iç çekti.
Her neyse. Bu ilk kez olmuyordu. Rüya İblisi bile çocuğun önünüzde
kararmış iblis lordu gibi davranıp arkanızdan mendillere sarılarak ağlaştığı
tarzında bıktırıcı davranışları olduğunu söylemişti, hatta bu konuda onunla
tartışmıştı bile.
Gerçi, kendisi de çok duygusuzdu, sonrasında açıklanamayacak
bir şekilde ufak bir yanlış anlaşılmaya hiddetlenmişti. Onunla sinir hastası
bir talihsiz çocuk arasında hiçbir fark yoktu, nasıl da kıdemli olmaya
yakışıksızdı.
Sakinleşip, “Öyleyse, artık iyi misin?” dedi.
Luo Binghe hızlı hızlı başını salladı. “İyiyim.”
Az önce ciddi bir şekilde tepen atmıştı ama şimdi son
derece iyi miydin? Shen Qingqiu fazlasıyla şüphelendiğinden elini alnına
yerleştirdi, gerçekten de soğuk ve sakinlemişti. Shen Qingqiu elini çekmek
istemişti ama Luo Binghe kendi elini üzerine yerleştirip geri çekmesine izin
vermedi. Gözleri iki avuç içinin ardında parıldıyordu.
Bu ifade çok tanıdıktı. Bu tam olarak her gün etrafta onu
takip edip Qing Jing Tepesi’nde otlayan harika küçük kuzunun, gün ışığının genç
pırıltılarını taşıyan Luo Binghe’ydı.
Shen Qingqiu’nun yüzü bakışlarının ardında kırmızıya
bürünecekti fakat zorla elini çekmemek için dayanamadı. Diğeri böylesine
mutluyken renk coşkusu gerçekten de yüzüne tokat etkisi yaratırdı.
“Gerçekten, kesinlikle iyisin yani? Baş dönmen yok? Ruhanî
enerjinin de şeytanî enerjinin de dolaşımı etkin?” dedi.
Luo Binghe, “Gayet etkin. Oldukça etkin. Hatta öncesinden
daha bile etkin?” dedi.
Konuşurlarken çoktan Kutsal Türbe’nin doğu tarafındaki
odaya varmışlardı. Luo Binghe kılıcını çekerek görselli duvara doğru sallayıp
keserek havada zifirî karanlık bir yarık açtı. Kırık kolu mucizevî bir şekilde
iyileşmiş, bacağı artık topallamıyordu, yüzündeki kanı tertipli bir şekilde silmiş
ve temizlemişti, daima asi olan Xin Mo kılıcı da evcilleştirilerek söz dinleyip
teslim olmuştu. Kahramanın halesi hâlâ kahramanın hâlesiydi, kahraman da hâlâ
kahramandı. Shen Qingqiu başka bir şey söylemek istemiyordu, eliyle “hadi,
hadi” der gibi yaparak yarığa ilerledi.
Anıt Mezar’ın dışında, olay yeri ışıkla yıkanmıştı. Luo
Binghe yavaşça elini Shen Qingqiu’yu desteklemek için uzattı.
Nitekim gerçekten de en son bu tarz normal bir
etkileşimleri olalı çok uzun zaman olmuştu.
Kalbinin derinliklerinden gelen vicdan azabının
uğuldamasıyla Shen Qingqiu Luo Binghe’ya bir bakış atmaya direnemedi.
Kendisiyle fazlasıyla barışık, gerçekten de “gayet iyi” görünüyordu. Eski
zamanlarda onu her şeyden korumaya bağlı olup sonunda Luo Binghe’ya saplantılı
olmaması hayretti doğrusu. Meğerse bunca zaman hale hilesini yeniden doldurmak
için uyuyormuş. [Hoşça kal der gibi elini sallar]
Luo Binghe aniden, “Fakat, Shizun’un ağladığını duymak
haricinde…” dedi.
Shen Qingqiu hafifçe tebessüm etti. “Hm? Kim ağlıyormuş?”
Luo
Binghe aniden tonunu değiştirdi. “Birisinin ağladığını duymak haricinde tuhaf
bir his de var.”
Bunu
duyduğunda Shen Qingqiu tekrardan biraz endişelenmeye başlamıştı. Sahiden de
bazı kalıcı sonuçları var mıydı? Sessizce, “Ne gibi bir his?” diye sordu.
Luo
Binghe başını iki yana salladı. “…Söyleyemem.”
“Acıtıyor
mu?”
“Acıtmıyor,
fazlasıyla…”
Sözünü
bitirmemişti, afallamış bir ifadeyle kendi aşağısına doğru baktı.
Shen Qingqiu: “…”
Merhaba
kutsal sütun, hoşça kal kutsal sütun!
Bu konu
daha fazla devam edemeyeceğinden bıraktılar. Tianlang-Jun’un sesi yok olmayı reddeden
bir ruh gibi yükseldi. “Tepe Lordu Shen, niçin gitmek için bu kadar arzulusun?
İkiniz bu ırkın kutsal arazisini oldukça altüst ettiniz, ardınızda bir şey
bırakmadan gitmeniz sizce de affedilemez değil mi?”
Her bir
kelimede ses daha da yaklaşıyordu. Uzun sürmeden sureti ufukta belirdi. Shen
Qingqiu gözlerini devirdi. Fakat oldukça şanslıydılar ki Mo Bei klanının yüz
binlerce yıllık buz efsunu bu ikisini onlar Kutsal Türbe’den çıkana kadar
tutabilirdi.
Öncesinde
Luo Binghe onu parça pinçik edemeyeceğinden pek de memnun değildi fakat şu anda
kendilerini gümüş tepside sunmaları oldukça memnun ediciydi. Eklemlerini
çıtlattı, bakışlarını Zhuzhi-Lang’ın üzerine sabitleyip, “Kanını Shizun’uma
içirmeye cüret ettin.” diye hırıldadı.
Zhuzhi-Lang
gizliden gizliye Shen Qingqiu’ya bakıyordu, yüzünde mahcubiyet vardı.
Tianlang-Jun ona bakıp “Hey, gerçekten de yüzüne takındığın ifadelerle
kelimeleri dillendiremezsin. Sen de mi Tepe Lordu Shen’i kanınla besledin?
Diğer türlü, Tepe Lordu Shen’in bedenindeki diğer kan paraziti takımının
ustaları kim ola ki?
Bunu
işittiğinde Luo Binghe kaskatı kesilmiş, yumruklarını sıkmıştı. Shen Qingqiu
tam Xiu Ya kılıcına davranmak için elini kaldırmıştı ki Luo Binghe yumuşak bir
sesle, “Shizun, savaşmanıza gerek yok, ben kendime yeterim.” dedi.
Ve savaş
başlar!
Üç kötü
enerji sütunu fırtına gibi gökyüzüne çalkalanarak yükseliyordu. Shen Qingqiu
izleyici olarak savaşı izlerken iblisle insanlar arasındaki farkı daha bile
fazla idrak etmişti.
Fark,
yıkıcı güçlerin son derece fazla olmasıydı!
Ayrıca,
Luo Binghe sadece hale hilesini yeniden doldurmamıştı, seviye de atlatmıştı.
Birkaç saat önce çok kötü dövülmüş, karşılık veremeyecek kadar güçsüzken şimdi
kahramanın halesi başına sımsıkı yapışmıştı!
İzlerken
kırmızı, kemikten bir kartal savaş alanının üzerinde daireler çizmeye başladı.
Kanatlarını alçaltıp savaşa dalmak için an kolluyordu. Anlaşılan Luo Binghe
ikiye bir savaşırken bariz bir şekilde kötü niyet barındırarak gelen yeni
kişiyi önemsememişti fakat Shen Qingqiu her şeyi bariz bir şekilde
görebiliyordu. Tam uyarmıştı ki kemikten kartal aniden aşağıya süzülerek Luo
Binghe’nın kafasının üstüne daldı.
Gizli
saldırı mı?
Shen
Qingqiu eli olması gerektiği gibi dururken kılıcı ters, aşağıya gelecek şekilde
tutup nişan almak için gözlerini kısmış ve hedefine güçlü bir şekilde
fırlatmıştı. Kar beyazı kılıç ok gibi fırlamış, kemikten kartalı yıldırım gibi
hızlı bir şekilde delip geçmişti.
Rahatlamayla
nefesini veremeden önce kemikten kartalın bedeninin düşmeyip binlerce inci ve on
binlerce damlaya dönüşüp Shen Qingqiu’ya doğru uçacağını kim bilebilirdi ki?
O
taraftaki Tianglang-Jun anında geriye çekilmiş, kahkahalar eşliğinde savaş
alanından zıplayarak çıkmıştı. Kanlı incilerin havayı delerek saçıldığını gören
Luo Binghe’nın yüzünde paniğe kapılmış bir ifade çakılıvermişti.
Shen
Qingqiu o anda Tianlang-Jun’un bizzat kendi kanını kullanarak kemiktan kartalı
yaptığını fark etmişti. Luo Binghe’ya kasıtlı olarak gizli saldırı yapmıştı,
gelin görün ki asıl amacı Shen Qingqiu’yu avuç içinde oynatmak için çekip işini
bitirmekti!
Bunu fark
ettiği gibi yüzü kan yağmuruyla kırmızıya bulandı. Tianlang-Jun hafifçe
tebessüm ederek havayı mühürlemek için elini kaldırdı. Shen Qingqiu kalbinin
yavaşladığını hissetti, gerçekten de dev bir el kalbini tutmuş da art niyetle
sıkıyormuş gibiydi.
Çok fazla
kan vardı, dudaklarını sıkıca kapatsa bile hafif bir demir tadı yine de diline
gelmişti.
Kırmızı
Boğa gibi Kutsal İblis kanını onun dışında başka kim içebilirdi ki? Başka kim
üç farklı Kutsal İblis’in kanını içebilirdi ki?
Luo
Binghe’nın gözleri gerilimle anında kırmızıya dönüşmüştü fakat Tianlang-Jun’un
kanı çoktan Shen Qingqiu’nun bedenine girmişti. Düşüncesizce hareket etmeye
cesaret edemiyordu, kan parazitlerini kımıldatmasından korkuyordu. Yalnızca
dişlerini sıkarak “Dur!” diye bağırabildi.
Shen
Qingqiu’nun yüzünün ardı ardına yeşile ve beyaza döndüğünü gören Zhuzhi-Lang
fırlayarak, “Lordum, lütfen bu astı bağışlayın…” demeden edemedi.
Tianlang-Jun
omuzlarını silkti. “Öyleyse diğer genç arkadaşımızın ne yapacağını görmek
zorundayız.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder