‘’Prenses ne
düşünüyorsunuz? Duyduğuma göre İmparator size kraliyet hazinesinden bir kılıç
vermiş, şu anda anlıyorum ki onu ortaya çıkartmanın tam zamanı.’’
Li Zhong’un
sözleri duyulduğunda, çadırın içindeki tüm atmosfer ağırlaşmıştı…
Lin Wanyue
böyle bir durumu daha önce hiç deneyimlememişti. Nefesini tutmuş bir şekilde
dairenin dışında kalarak, daireyi oluşturan insanları dikkatlice inceledi…
Li Mu’nun
ifadesi kararsızdı. Bakışları dehşete düşmüş bir şekilde Li Zhong ve Li Xian
arasında gidip geliyordu.
Li Zhong,
göğsünü kabartarak sanki adalet uğruna bir dava güdüyormuşçasına başını
kaldırdı.
En sonunda,
Lin Wanyue gizlice Li Xian’a baktı. Li Mu ve Li Zhong’un tüm dikkati onun
üzerindeyken tek yaptığı şey kederli bakışları ile konuşmadan orada durmaktı.
Bunu gören
Lin Wanyue bir nedenden dolayı, rahatsız olduğunu hissetti. Bu atmosferi ondan
önce dağıtmak için bir şeyler yapmak istiyordu.
Ancak, Lin
Wanyue’nin mantığı onu apaçık bir şekilde uyarıyordu: Bu dahil olabileceği bir
konu değildi. Neden bu askeri kampta olduğunu unutmamalıydı. Gerçek kimliğini
unutmamalıydı. İstisnai olarak Tabur Komutanı olmuş olsa da Başkomutanın
dikkatini daha fazla üzerine çekmemeliydi…
‘’Prenses
bir şey söyleyin! Li Krallığı yüzyıllar önce kuruldu, ne zaman barbar ülkelere
karşı ateşkes işareti astık? Prenses, siz kraliyet ailesindensiniz krallığın
gurur ve onurunu savunmayacak mısınız?’’
‘’Başkomutan!
Bu değersiz kişinin söyleyecek bir şeyi var.’’
‘’Oh? Ne
söylemek istiyorsun?’’
Lin Wanyue,
tek dizinin üzerine diz çöktü ancak Li Mu’nun sorusu üzerine pişmanlık içerisinde
sakince iç çekti.
Ancak burada
pişmanlığa yer yoktu. Şu anda yay çekilmişti, serbest bırakılması gerekiyordu…
‘’Başkomutana
cevap veriyorum. Bu değersiz kişi eğitimsiz, yaşı genç, bilgisi yetersiz ve
kimi sözlerinin ağırlığı yok. Ancak bu değersiz kişiye, küçükken köyü sık sık
ziyaret eden gezgin bir satıcı hikayeler anlatırdı. Bu değersiz kişiye öncesinde
bir hikaye anlatmıştı. Hatırımda kalan bir cümlesi şu anki duruma çok uygun:
Savaş meydanındaki bir komutan İmparatorun emirlerine karşı karar
alabilmelidir.’’
Lin Wanyue,
tek dizinin üzerindeyken başını eğmeye devam etti. Şu anda kalbi göğsünde deli
gibi atıyordu. Onunla ilgili neyin yanlış olduğunu bilmiyordu. Orduda geçirdiği
son iki yılda her zaman titiz bir şekilde ihtiyatlı davranmıştı ancak sadece
bugün kontrolünü kaybetmişti…
Lin Wanyue,
başını aşağıda tutmaya devam etti. Kafa derisi yanıyormuş gibi hissediyordu. İfadesini
görmelerini istemediği için kafasını kaldırmaya cüret edemiyordu aynı şekilde onların
ifadelerini görmeye de cüret edemiyordu.
Kısa süreli
sessizliğin ardından Li Mu içten bir şekilde haykırdı. ‘’İyi dedin!’’
Lin
Wanyue’nin kelimelerini duyan Li Mu’nun göğsündeki tıkanıklık hissi geçmişti.
Başını Li Zhong’a çevirerek söyledi. ‘’ Kampımdaki cahil bir asker bile bu
prensibi biliyor. Efendisi Shizi’nin söyleyecek başka herhangi bir şeyi var mı?’’
‘’Siz-!’’ Li
Zhong, Li Mu’nun sözlerindeki bariz alayı
duyunca hiddetlenmişti. Ancak bunu yalanlayacak herhangi bir şey söyleyemedi.
Sadece Lin Wanyue’ye nefret dolu bakışlarını göndermekle yetindi.
‘’Heheh.
Bunun yanı sıra, ben prensesin öz amcasıyım. Shizi zorla prensesin kendi elleriyle
amcasını öldürmesini mi istiyor?’’
‘’Prenses,
öyle demek istemedim…’’ Li Zhong, telaş
içerisinde dikkatli bir şekilde açıklama yapmak için başını Li Xian’a doğru
çevirdi.
Li Xian kaygısız
bir gülümseme takındı. Bunu
umursamıyormuşçasına cevap verdi. ’’Shizi ümitsiz bir anındaydı ve
derinlemesine düşünemedi. Anlıyorum.’’
Li Xian’nın
anlayışla karşıladığını gören Li Zhong’un kalbi yerinden oynadı. Aynı zamanda
Li Xian’a bakan gözleri mest olmuştu. ‘’Prenses’’ diye mırıldandı.
‘’Başkomutan!
Eğer başka bir şey yoksa, bu değersiz kişi önce ayrılacak.’’
‘’Mm, gidebilirsin.’’
Li Mu, mutlu bir şekilde Lin Wanyue’ye doğru elini salladı. Daha da etkilenmişçesine
takdir eden gözlerle ona bakıyordu.
‘’Anlaşıldı!’’ Lin Wanyue, kafası hala eğik bir şekilde olduğu
yerden yavaşça kalktı ve bakışlarını ayakkabısının ucuna sabitleyerek eğilip
büyük çadırdan dışarı çıktı.
Büyük çadırdan
uzaklaşınca Lin Wanyue derin bir iç çekti. Alnındaki boncuk şeklinde birikmiş
olan yoğun teri elini kaldırarak sildi. Ardından tekrardan derin bir iç çekti.
Beş adım attıktan sonra derin bir iç daha çekti.
Lin
Wanyue, bir nedenden dolayı pişmandı
oradayken aslında, hangi bam teline dokunduğunu bilmiyordu. Bir nedenden dolayı
kaybolmuş hissediyordu. Bazı şeyler uzun zaman önce onun planına uygun ilerlemeyi
bırakmıştı. Ancak asıl sorunun nerede olduğunu kestiremiyordu…
Lin Wanyue
kampına doğru yavaşça ilerledi. Sonunda çadırına on beş dakikanın ardından
ulaşmıştı.
Lin Wanyue,
yatakta uzanırken zihninde istemsiz bir şekilde Li Xian’nın görünüşü canlandı.
Okçuluk pratiği yaptığı esnada beklenmedik güzelliğiyle karşılaşması, ordu ile
alakalı sıkıcı şeyler hakkında konuşurken sabırla dinleyip onunla omuz omuza
yürümesi, nazik bir şekilde konuştuklarının ikisi arasında sır olarak
kalacağını söylemesi, en sonunda ise büyük çadırda hüzünlü bakışlarıyla çaresiz
bir şekilde duruşu aklına gelmişti.
Lin Wanyue, daha
önce hiç böyle bir şey yaşamamıştı. Kendisini Li Xian’nın yerine koymaya cüret
edemedi ancak belli bir süre çadırda bulunduğunda ve Li Xian’ı böylesine bir
durumda gördüğünde zihninde buna dayanamayacağı düşüncesi canlanmıştı.
Kraliyet
hazinesinden bir kılıç ile amcasını öldürmeye zorlanmak korkunç hissettirmiş
olmalıydı.
Lin Wanyue,
kafasını yastığına gömdü. Kalbindeki pişmanlığın izi yavaşça kayboluyordu.
Gece,
Li Xian’nın çadırı
Li Xian,
masasına oturdu. Titreşen kandil ışığı altında masası her zamanki gibiydi.
Kandilin yanı sıra dizilmiş küçük ve zarif karakterlerle dolu, kare şeklinde
iki kumaş parçası vardı. Li Xian’nın önünde ise siyah kıyafetli ve siyah
maskeli biri tek dizi üzerinde diz çökmekteydi.
Çadır loş
bir şekilde aydınlatılıyordu. Diz çökmekte olan kişi hareketsizdi. Nefes sesi
dışında duyulan bir şey yoktu. Bu, sanki çadır karanlıkla bütünleşmiş hissiyatı
veriyordu.
Li Xian,
zarif elleriyle ipek kumaşı almak için uzandı. Yanındaki titreşen alevi
hareketlendirmişti. Yazılı olan şey şuydu: İmparator, Cariye Liang’ı İmparatoriçe
yapma niyetinde.
Bir süre sonra
ipek kumaş yavaşça yandı, dumanıysa yukarıya doğru süzüldü.
Li Xian,
ipek kumaş ortadan kaybolana kadar sakince izledi. Nazikçe eliyle masaya düşen
külleri dağıttı.
‘’Bu emri
saraya ilet. Ben geri dönene kadar Cariye Liang’ın bir süreliğine yataktan
çıkmamasını istiyorum.’’
‘’Anlaşıldı!’’
‘’Bununla
birlikte, falcıyı bilgilendirin. Eğer zamanında orada olamazsam, falcı
İmparator Babama, Cariye Liang’ın doğumun sekiz esrarının oldukça yetersiz
olduğunu bildirsin. O, o pozisyonda olmamalı.’’
‘’Anlaşıldı!’’
‘’Dikkatli
ol. Cariye Liang’ın ölmesine izin verme.’’
‘’Anlaşıldı!’’
‘’Diğer on
bir gölgeye emrimi beklemelerini söyle.’’
‘’Anlaşıldı!’’
‘’Gidebilirsin.’’
Sözleri
duyulduğunda, gölge sessizce gözden kayboldu.
Li Xian, önündeki
titreşen aleve bakarken gözlerini kıstı. Diğerinin yanındaki ipek kumaşı aldı,
birkaç kez okuduktan sonra solgun dudakları yukarıya doğru kıvrıldı. En sonunda
ise, Li Xian ipek kumaşı aleve doğru tekrardan uzattı. Küçük ve belirgin
karakterlerle şunlar yazılıydı: Xing, prenses gittikten sonra dalgın bir
şekilde eline baktı…
Büyük
çadırdan ayrıldıktan sonra on sekiz adım yürüdü, iç çekti. Eliyle terini sildi.
Tekrardan iç çekti. Beş adım attıktan sonra üçüncü kez iç çekti.
Xing,
çadırına geri dönerek yatağına uzandı…
İpek kumaşın
küle dönüşmesini izlerken dudaklarının kenarındaki solgun gamzeler açığa çıktı.
****
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder