1 Ekim 2020 Perşembe

FEMALE GENERAL AND ELDEST PRINCESS - BÖLÜM 19: İÇ ÇEKİŞ VE BİR DAHA İÇ ÇEKİŞ

 

‘’Prenses ne düşünüyorsunuz? Duyduğuma göre İmparator size kraliyet hazinesinden bir kılıç vermiş, şu anda anlıyorum ki onu ortaya çıkartmanın tam zamanı.’’

 

Li Zhong’un sözleri duyulduğunda, çadırın içindeki tüm atmosfer ağırlaşmıştı…

 

Lin Wanyue böyle bir durumu daha önce hiç deneyimlememişti. Nefesini tutmuş bir şekilde dairenin dışında kalarak, daireyi oluşturan insanları dikkatlice inceledi…

 

Li Mu’nun ifadesi kararsızdı. Bakışları dehşete düşmüş bir şekilde Li Zhong ve Li Xian arasında gidip geliyordu.

 

Li Zhong, göğsünü kabartarak sanki adalet uğruna bir dava güdüyormuşçasına başını kaldırdı.

 

En sonunda, Lin Wanyue gizlice Li Xian’a baktı. Li Mu ve Li Zhong’un tüm dikkati onun üzerindeyken tek yaptığı şey kederli bakışları ile konuşmadan orada durmaktı.

 

Bunu gören Lin Wanyue bir nedenden dolayı, rahatsız olduğunu hissetti. Bu atmosferi ondan önce dağıtmak için bir şeyler yapmak istiyordu.

 

Ancak, Lin Wanyue’nin mantığı onu apaçık bir şekilde uyarıyordu: Bu dahil olabileceği bir konu değildi. Neden bu askeri kampta olduğunu unutmamalıydı. Gerçek kimliğini unutmamalıydı. İstisnai olarak Tabur Komutanı olmuş olsa da Başkomutanın dikkatini daha fazla üzerine çekmemeliydi…

‘’Prenses bir şey söyleyin! Li Krallığı yüzyıllar önce kuruldu, ne zaman barbar ülkelere karşı ateşkes işareti astık? Prenses, siz kraliyet ailesindensiniz krallığın gurur ve onurunu savunmayacak mısınız?’’

 

‘’Başkomutan! Bu değersiz kişinin söyleyecek bir şeyi var.’’

 

‘’Oh? Ne söylemek istiyorsun?’’

 

Lin Wanyue, tek dizinin üzerine diz çöktü ancak Li Mu’nun sorusu üzerine pişmanlık içerisinde sakince iç çekti.

 

Ancak burada pişmanlığa yer yoktu. Şu anda yay çekilmişti, serbest bırakılması gerekiyordu…

 

‘’Başkomutana cevap veriyorum. Bu değersiz kişi eğitimsiz, yaşı genç, bilgisi yetersiz ve kimi sözlerinin ağırlığı yok. Ancak bu değersiz kişiye, küçükken köyü sık sık ziyaret eden gezgin bir satıcı hikayeler anlatırdı. Bu değersiz kişiye öncesinde bir hikaye anlatmıştı. Hatırımda kalan bir cümlesi şu anki duruma çok uygun: Savaş meydanındaki bir komutan İmparatorun emirlerine karşı karar alabilmelidir.’’

 

Lin Wanyue, tek dizinin üzerindeyken başını eğmeye devam etti. Şu anda kalbi göğsünde deli gibi atıyordu. Onunla ilgili neyin yanlış olduğunu bilmiyordu. Orduda geçirdiği son iki yılda her zaman titiz bir şekilde ihtiyatlı davranmıştı ancak sadece bugün kontrolünü kaybetmişti…

 

Lin Wanyue, başını aşağıda tutmaya devam etti. Kafa derisi yanıyormuş gibi hissediyordu. İfadesini görmelerini istemediği için kafasını kaldırmaya cüret edemiyordu aynı şekilde onların ifadelerini görmeye de cüret edemiyordu.

 

Kısa süreli sessizliğin ardından Li Mu içten bir şekilde haykırdı. ‘’İyi dedin!’’

 

Lin Wanyue’nin kelimelerini duyan Li Mu’nun göğsündeki tıkanıklık hissi geçmişti. Başını Li Zhong’a çevirerek söyledi. ‘’ Kampımdaki cahil bir asker bile bu prensibi biliyor. Efendisi Shizi’nin söyleyecek başka herhangi bir şeyi var mı?’’

 

‘’Siz-!’’ Li Zhong,  Li Mu’nun sözlerindeki bariz alayı duyunca hiddetlenmişti. Ancak bunu yalanlayacak herhangi bir şey söyleyemedi. Sadece Lin Wanyue’ye nefret dolu bakışlarını göndermekle yetindi.

 

‘’Heheh. Bunun yanı sıra, ben prensesin öz amcasıyım. Shizi zorla prensesin kendi elleriyle amcasını öldürmesini mi istiyor?’’

 

‘’Prenses, öyle demek istemedim…’’  Li Zhong, telaş içerisinde dikkatli bir şekilde açıklama yapmak için başını Li Xian’a doğru çevirdi.

 

Li Xian kaygısız bir gülümseme takındı.  Bunu umursamıyormuşçasına cevap verdi. ’’Shizi ümitsiz bir anındaydı ve derinlemesine düşünemedi. Anlıyorum.’’

 

Li Xian’nın anlayışla karşıladığını gören Li Zhong’un kalbi yerinden oynadı. Aynı zamanda Li Xian’a bakan gözleri mest olmuştu. ‘’Prenses’’ diye mırıldandı.

 

‘’Başkomutan! Eğer başka bir şey yoksa, bu değersiz kişi önce ayrılacak.’’

 

‘’Mm, gidebilirsin.’’ Li Mu, mutlu bir şekilde Lin Wanyue’ye doğru elini salladı. Daha da etkilenmişçesine takdir eden gözlerle ona bakıyordu.

 

‘’Anlaşıldı!’’  Lin Wanyue, kafası hala eğik bir şekilde olduğu yerden yavaşça kalktı ve bakışlarını ayakkabısının ucuna sabitleyerek eğilip büyük çadırdan dışarı çıktı.

 

Büyük çadırdan uzaklaşınca Lin Wanyue derin bir iç çekti. Alnındaki boncuk şeklinde birikmiş olan yoğun teri elini kaldırarak sildi. Ardından tekrardan derin bir iç çekti. Beş adım attıktan sonra derin bir iç daha çekti.

 

Lin Wanyue,  bir nedenden dolayı pişmandı oradayken aslında, hangi bam teline dokunduğunu bilmiyordu. Bir nedenden dolayı kaybolmuş hissediyordu. Bazı şeyler uzun zaman önce onun planına uygun ilerlemeyi bırakmıştı. Ancak asıl sorunun nerede olduğunu kestiremiyordu…

 

Lin Wanyue kampına doğru yavaşça ilerledi. Sonunda çadırına on beş dakikanın ardından ulaşmıştı.

 

Lin Wanyue, yatakta uzanırken zihninde istemsiz bir şekilde Li Xian’nın görünüşü canlandı. Okçuluk pratiği yaptığı esnada beklenmedik güzelliğiyle karşılaşması, ordu ile alakalı sıkıcı şeyler hakkında konuşurken sabırla dinleyip onunla omuz omuza yürümesi, nazik bir şekilde konuştuklarının ikisi arasında sır olarak kalacağını söylemesi, en sonunda ise büyük çadırda hüzünlü bakışlarıyla çaresiz bir şekilde duruşu aklına gelmişti.

 

Lin Wanyue, daha önce hiç böyle bir şey yaşamamıştı. Kendisini Li Xian’nın yerine koymaya cüret edemedi ancak belli bir süre çadırda bulunduğunda ve Li Xian’ı böylesine bir durumda gördüğünde zihninde buna dayanamayacağı düşüncesi canlanmıştı.

 

Kraliyet hazinesinden bir kılıç ile amcasını öldürmeye zorlanmak korkunç hissettirmiş olmalıydı.

 

Lin Wanyue, kafasını yastığına gömdü. Kalbindeki pişmanlığın izi yavaşça kayboluyordu.

 

Gece, Li Xian’nın çadırı

 

Li Xian, masasına oturdu. Titreşen kandil ışığı altında masası her zamanki gibiydi. Kandilin yanı sıra dizilmiş küçük ve zarif karakterlerle dolu, kare şeklinde iki kumaş parçası vardı. Li Xian’nın önünde ise siyah kıyafetli ve siyah maskeli biri tek dizi üzerinde diz çökmekteydi.

 

Çadır loş bir şekilde aydınlatılıyordu. Diz çökmekte olan kişi hareketsizdi. Nefes sesi dışında duyulan bir şey yoktu. Bu, sanki çadır karanlıkla bütünleşmiş hissiyatı veriyordu.

 

Li Xian, zarif elleriyle ipek kumaşı almak için uzandı. Yanındaki titreşen alevi hareketlendirmişti. Yazılı olan şey şuydu: İmparator, Cariye Liang’ı İmparatoriçe yapma niyetinde.

 

Bir süre sonra ipek kumaş yavaşça yandı, dumanıysa yukarıya doğru süzüldü.

 

Li Xian, ipek kumaş ortadan kaybolana kadar sakince izledi. Nazikçe eliyle masaya düşen külleri dağıttı.

 

‘’Bu emri saraya ilet. Ben geri dönene kadar Cariye Liang’ın bir süreliğine yataktan çıkmamasını istiyorum.’’

 

‘’Anlaşıldı!’’

 

‘’Bununla birlikte, falcıyı bilgilendirin. Eğer zamanında orada olamazsam, falcı İmparator Babama, Cariye Liang’ın doğumun sekiz esrarının oldukça yetersiz olduğunu bildirsin. O, o pozisyonda olmamalı.’’

 

‘’Anlaşıldı!’’

 

‘’Dikkatli ol. Cariye Liang’ın ölmesine izin verme.’’

 

‘’Anlaşıldı!’’

 

‘’Diğer on bir gölgeye emrimi beklemelerini söyle.’’

 

‘’Anlaşıldı!’’

 

‘’Gidebilirsin.’’

 

Sözleri duyulduğunda, gölge sessizce gözden kayboldu.

 

Li Xian, önündeki titreşen aleve bakarken gözlerini kıstı. Diğerinin yanındaki ipek kumaşı aldı, birkaç kez okuduktan sonra solgun dudakları yukarıya doğru kıvrıldı. En sonunda ise, Li Xian ipek kumaşı aleve doğru tekrardan uzattı. Küçük ve belirgin karakterlerle şunlar yazılıydı: Xing, prenses gittikten sonra dalgın bir şekilde eline baktı…

 

Büyük çadırdan ayrıldıktan sonra on sekiz adım yürüdü, iç çekti. Eliyle terini sildi. Tekrardan iç çekti. Beş adım attıktan sonra üçüncü kez iç çekti.

 

Xing, çadırına geri dönerek yatağına uzandı…

 

İpek kumaşın küle dönüşmesini izlerken dudaklarının kenarındaki solgun gamzeler açığa çıktı.



****


Önceki Bölüm ― Sonraki Bölüm 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder