5 Eylül 2020 Cumartesi

THE SCUM VILLAIN'S SELF-SAVING SYSTEM - BÖLÜM 50: TAMAMIYLA PARÇALANMIŞ DÜNYA GÖRÜŞÜ

 

Gerçeğin beklenmedik bir şekilde farkına varmanın üzerine Shen Qingqiu yarı dehşete düşmüş ve telaşlanmış, yarı incinmiş ve öfkelenmişti. Aniden tekme atmak için ayağını kaldırdı!

 

 

Luo Binghe savuşturmadı, kaçmadı da. Doğrudan tekmeyi karşıladı, yine de tek bir adım gerilemedi. Bırakmayı bile reddediyordu, Shen Qingqiu’yi tutmaya devam etti, sorarken hem sinirli hem de haksızlığa uğramış gibi görünüyordu: “Rüyamda bile mi bunu yapamam?”

 

Çabuk ol ve uyan! Rüya görüyor olsan bile ben uyurken yarattığın bir şey değilim, tamam mı?!!!

 

Onu gerçekte tokatlayamam fakat bu uyurgezer sersemin devam etmesine de izin veremem!!!

 

Çekiçle örs arasında kalmak* denilen şey gerçekten de buymuş!!!

 

Çekiçle Örs Arasında Kalmak: “İki arada bir dere kalmak” olarka düşünülebilir.

 

Ruh hâlini sakinleştirmek için haykırmak dışında hiçbir şey düşünemezken hazırlıksız yakalanmış, sırtı yeşil bambuya çarparak bastırılmıştı. Luo Binghe başını öne eğip dudaklarını tekrardan bastırdı.

 

Bu Shen Qingqiu’nin ilk öpücüğü değildi fakat diğer kişinin delirip her an dudağını ısırıp koparabileceği çok ciddi tehlikede hissettiği ilk seferdi. Karmaşık soluklanmaları arasında Luo Binghe fısıldadı: “Shizun, hatalıydım…”

 

Shen Qingqiu sonunda elini çekip Luo Binghe’nın göğsüne bastırabilmişti.  “Kabadayıya direnen iyi aile kadını” tavrında olmak istemiyordu fakat Luo Binghe s**tiğimin hatasını anlamış birisi gibi mi görünüyordu?!

 

Hatalı olan Shen Qingqiu’ydi; sahiden hatalıydı, tamamen, baştan sona hatalıydı. Neresi “Öylece ortaya atılmış”tı? Jianghu’daki dedikodunun tamamı bilimsel kanıtlara dayanıyordu. Her bir dedikoducunun geçmiş hayatlarındaki görünümlerine dayanarak yaşamının özünü görebilen melekleri olmalı! Erkek kahramanın aseksüel olmasına yol açmamıştı, mazoşist olmasıyla da bir ilgisi yoktu. Gerçek olasılıklardan çok bile daha berbattı: erkek kahramanın gay olmasına yol açmıştı aaaaaaaahhhhhhhhhh!

 

Böylesine berbat bir durumda haremine tek bir kadını bile almaması hiç de boşuna değildi. Kadınlar onun ilgilendiği çekicilikten acizdiler ve doğru şeyi yapma cesareti seviyesiyle ilişkilendirilemezdiler!

 

Bu ne lan?!

 

Shen Qingqiu boyun eğmeyi reddetti, hiç çaba sarfetmeden inatla karşı çıktı. Tekrardan intihar etmesiyle Luo Binghe’nın özel bölgesine tekme atması arasında hangi kaderin daha acınası olabileceğini düşünüyor gibiydi… Luo Binghe aniden onu bıraktı. Yukarıya, gökyüzündeki fırıl fırıl dönen girdap bulutlarına baktı. İfadesi beklenmedik bir şekilde aniden kasvetlendi.

 

Aniden, Shen Qingqiu’nin gözleri kararmadan önce görüntüyle şekiller binlerce parçaya ayrılıp yok oldular. Birden, Shen Qingqiu kendisini Huan Hua Sarayı’nın ana holünde uzanırken buldu.

 

Bu gerçekten gerçek dünyaydı!

 

Shen Qingqiu bir süre kuvvetli soluklar aldı. Büyük güçlükle aklını sonunda toparladıktan sonra ana holü aydınlatan alevleri görmesine şaşırmıştı. Türlü türlü ikaz çanları birlikte karışarak çalıyorlardı. Başını dışarıya uzattı, kıyafetleri gecenin rüzgârında süzülmeye devam ediyordu. Belli bir yerde sayısız fener toplanmıştı— Huan Hua Sarayı’nın birkaç bölüğünün müritleri her yönden oraya akın ediyorlardı.

 

 “Bölüklerinize gidin! Bütün bölükler emre uyun, bölüklerinize gidin!”

 

Birisi küfretti: “Yine mi kavga çıktı? Kaç kez istila oldu? Bir kere bile düzgün bir önlem alınamadı mı?”

 

Shen Qingqiu’nin ağzı kulaklarına vardı. İstila, karmaşada kaçma avantajına sahip olması için en iyi durumdu. “Kutsal İblis Kanı” şeyi kimin umurundaydı ki? İtibarının sağlamlığı söz konusuyken bununla nasıl kıyaslanabilirdi? Önce ben bir gideyim, sonra konuşuruz,  görüşürüz! Daha sıçrayarak iki adım bile atmamıştı ki birisinin bağırdığı duydu:

 

 “Huan Hua Köşk’üne gitti— Liu Qingge’yı durdurmak için oluşum yapın!

 

Shen Qingqiu’nin anında olduğu yerde geri döndü.

 

Lanet olsun. Liu Qingge tam da gelecek zamanı buldu. Luo Binghe çıldırmanın ortasındayken Shen Qingqiu onu tamamıyla çökecek şekilde bırakamazdı, değil mi?

 

Huan Hua Köşkü, sarayın önceki saray ustası soyundakilerin efsun yapıp ikamet ettikleri yerdi ve şu an bulunduğu yerden uzak değildi. Shen Qingqiu birkaç adımda çatıdan atlayıp aceleyle giden büyük ordunun arasına karıştı. Huan Hua Köşkü’ne daha girmemişlerken şiddetli serin hava dalgaları doğrudan onları karşıladı. Gelen öfkeli bağrışlar öldürme isteğiyle doluydu.

 

 “Def ol!”

 

Kalabalık ikaz çanlarını duyduğunda bazı bi’haber müritler kapıdan daldılar. Sıralanmış kalabalığın karşısındaki düzinelerce insanın hepsi son derece kuvvetli bir enerji dalgasıyla fırlayıverdiler. Diğer grubun yanında bulunan Shen Qingqiu bu saldırıdan mükemmel bir şekilde kaçmayı başarıp iyi bir konum seçmişti. Karmaşadan yararlanarak içeriye sızdı. Kapıdan girdiği gibi dondurucu soğukla birlikte tüyleri diken diken oldu. Bütün Huan Hua Köşkü devasa buz mağarasına dönüşmüş gibi görünüyordu. İçeriye tek bir adım atmak bile karın ve buzun dondurucu dünyasına adım atmak gibiydi. Soğuk hava, Shen Qingqiu’nin yeninden ve cübbesinden sızmış; alnındaki ve sırtındaki soğuk terleri hızla dondurarak küçük buzdan çizgilere çevirmişti. Odadaki soğukluğun ne derece olduğunu tahmin edebilirdiniz.

 

Sıcaklık son derece düşük olmakla kalmamış her bir duvar da sıkıca mühürlenmiş, kapılar ve pencereler hava geçirmezdi. Bütün oda soğuk ve karanlıktı. Davetsiz misafir(d.b.d. Liu Qingge, Cang Qiong Dağı İmha Ekibi’nin yöneticisi) zor kullanarak büyük bir genişlik açmamış olsaydı bütün alan buzdan bir tabuta benzeyecekti.

 

Köşkün ortasındaki kapalı meditasyon alanının perdesi yarım açıktı. Alanın hemen yanında karmaşık şekilde yığılmış kat kat siyah ve beyaz dış cübbeler bulunmaktaydı.

Luo Binghe sadece iç cübbesini giyiyordu, yataktan yeni çıkmış gibi görünüyordu. Siyah saçları dağınık ve açıktı; kıyafetleri karışıktı, yakası bükülmüş ve açıktı. Yüzü beyazın solukluğunu taşırken dudakları kanın kırmızı dokunuşunu taşımaktaydı. Gözleri soğuk ışık gibi parıldıyor, ölü gibi solgun enerjisi muazzam baskı uyguluyordu. Kılıcının keskin tarafı görünüyordu ve duruşu savaşa hazır vaziyetteydi.

 

Yedi adım ardında, onunla yüzleştiği belli olan Liu Qingge’nın kılıç tutan elinin kemikleri sıktıkça fırlar gibi çıkıntı yapıyordu. Bütün yüzü yeşille maviydi.

 

Liu Qingge sakin ve soğukkanlı bir şekilde meditasyon alanında oturan Luo Binghe’ya baktı. Her kelimeyi bastırarak söyledi: “Seni piç.”

 

Cheng Luan kılıcından ruhani enerjî ve öldürme isteği kırıcı şiddetiyle yükseliyordu. Shen Qingqiu dikkatli bir şekilde iki tarafı süzdü. Yine de Liu Qingge’nın kılıcıyla işaret ettiği yere baktığında aklında tamamıyla yıkılmış dünyagörüşünün direncinin son parçalarının seslerini işitebiliyordu.

 

Luo Binghe’nın sağ eli asla yanından ayrılmayan Xin Mo kılıcının üzerindeydi, kar beyazı kılıcının çoktan yarısı kınından çıkmıştı; diğer yandan sol eli birisini tutuyordu.

 

Birisi olduğunu söylemek yerine “ceset” demek daha doğru olurdu, tamamıyla ölüydü; başı aşağıya sarkıyordu, uzuvları iradesiz ve çok zayıftı. İnce kat kat iç cübbeler giyen oydu. Yakası omzundan kaymış, kâğıt kadar beyaz sırtının yarısını açığa çıkartmıştı.

 

Liu Qingge konuştu: “Ne yaptın sen?”

 

Bu sahneyi kesinlikle unutamayacaktı. Cheng Luan kılıcı kesecek kadar açığa çıktığında meditasyon alanının perdesinin örttüğü gölgeler harici oda boştu. Liu Qingge Luo Binghe’nın içeride olduğunu biliyordu fakat sadece onun olmadığını hiç düşünmemişti!

 

Luo Binghe kaşlarını kaldırdı, ardından sol elindeki zayıf cesedi kolundan yukarıya kaldırdı: “Ne yapmışım ben?”

 

Shen Qingqiu’nin tamamıyla nutku tutulmuştu. İki adam—daha belirgin olacaksa yaşayan birisiyle ölü birisi—üzerlerini örtecek kıyafetler olmaksızın yatak gibi bir yerde top gibi sarılmış hâlde yuvarlanırlarsa——nasıl bakarsan bak hiçbir olumlu yanı yoktu!

 

Liu Qingge tek bir kelime bile etmeden Cheng Luan’ı kınından çıkardı. Xin Mo kılıcı hâlâ kınından tam çıkmış değildi. Sadece kınını kullanarak Cheng Luan’ı engelledi. Kılıcın kızgın enerjisi yaklaştıkça hafifçe yanlamasına eğildi. Elindeki bedeni arkasında tutarak korurken kılıcın yakıcı soğuk enerjisini engelledi, hiddeti yüzüne yansıyordu.

 

Liu Qingge da dar odada Cheng Luan’ı harekete geçirmenin keskin kılıç enerjisiyle cesede hasar verme riski olduğunu fark etmişti. Anında kılıcını geri kınına çağırıp Luo Binghe’yla ruhanî enerjisini kullanarak savaşmaya başladı.

 

Zorlu, yuvarlandıkları düello esnasında cesedin kıyafetleri gevşeyip belinden aşağıya kaymıştı, Luo Binghe’nın avuçiçi doğrudan hassas tene temas ediyordu. Liu Qingge’nın gözleri tamamıyla kan çanağına dönmüştü: “Hayvan, her ne olursa olsun, o senin Shizun’un!”

 

Luo Binghe sakin bir şekilde konuştu: “Başka birisi olsaydı bunu yapar mıydım sanıyorsun?”

 

Etrafı kuşatan Huan Hua Sarayı müritlerinin tamamıyla dilleri tutulmuş, ağızları bir karış açık kalmışlardı. Luo Binghe onlara da aldırış etmeden tamamıyla Liu Qingge’yla işine odaklanmıştı. İki adamın bedenini çevreleyen ruhanî enerji havada kaynayan su gibi bulanıyor, her taraftan çevreliyordu. Yüzlerindeki ifade her geçen an gittikçe daha da dehşet verici oluyordu. Huan Hua Köşkü’ne kimse korkularına karmaşa eklememek için adım atmaya cesaret edemiyordu.

Shen Qingqiu karmaşa eklemekten korkmuyordu. Sadece bu manzaraya doğrudan bakamazdı.

 

… bu çok ekstrem. S**tiğimin fazlasıyla ekstrem!

 

Beyni ayın yüzeyi gibi deliklerle doluydu fakat asla bir gün bu ekstrem OYUNUN ana karakterlerinden birisi olacağını düşünmemişti. Luo Binghe’nın kucağında tuttuğu şey… hakikaten ölüydü, değil mi? Kesinlikle öyleydi, çünkü bu onun cesediydi, tamam mı?!

Bu artık “kötü şey bir kez geldi mi itinayla biteceğini düşünürsün” şeklinde değildi. Üzerinde dikkatlice düşünmeden bile yeterince kötüydü!

 

Doğrudan bakamamasına rağmen niçin geri geldiğini çoktan unutmuştu.

 

Shen Qingqiu Liu Qingge’nın arkasına ışınlandı. Ardından, onun gardını kaldırdığını, kendisinin sinsi bir saldırgan olduğunu düşünmüştü. Alay ederek ruhanî enerjisini kullanıp diğerini şaşırtarak kaçırtmak için hazırlandı. Yine de sırtına yerleştirdiği el nazikliğiyle beraber yoğun güç akışıyla ruhanî döngüsünü başlatmıştı.

 

Liu Qingge bu yardımı aldığında bu sefer birazcık bastırılmış olan Luo Binghe olmuştu. Liu Qingge yine de umursamazca davranmaya cesaret edemeyip başını hafifçe çevirdi. Göz ucuyla arkasındaki kişiye baktığında sadece görünüşünü saklayan bulanık bir yüz görebiliyordu. Liu Qingge fısıldadı: “Kimsin sen?”

 

Shen Qingqiu eli biraz daha fazla güç kullanırken cevap vermedi. İki eşsiz ruhanî enerjinin güçlü akıntısı birbirine karışmıştı. Luo Binghe buna sessizce katlansa da bedenini kaplayan ruhanî enerjinin yoğunluğu kaçınılmazdı ve elindeki cesede yayılıyordu. O bu enerjiyi yok etme kabiliyetindeydi fakat kollarının arasındaki ölü beden değildi. Bırakmazsa ceset kötü bir şekilde çarpılıp özetle patlayacaktı. Luo Binghe cesete zarar vermek istemezdi, o nedenle sadece elinden bırakabilirdi. Ceset anında kaynayan ruhanî enerjiden sekerek uzaklaşıp fırlamıştı.

 

Luo Binghe zorla bıraktıktan sonra bile ifadesi isteksiz ve acizlikliğini dışa vururken bakışları öylece cesede odaklı kalmıştı. Bu ifadeyi gördüğünde Shen Qingqiu aniden kaldıramaz olmuştu. Bırakması için onu zorlama yöntemi ona birazcık zorbalık yapıyorlarmış gibi hissettirmişti.

 

Bu durumun ciddiyetini kaldıramayan birkaç mürit harekete geçmek istediler fakat Luo Binghe bağırdı: “Dokunmayın!” Yenlerini savurduğu gibi o taraftan çığlıklar yükseldi. Shen Qingqiu, Liu Qingge’nın sırtına ruhanî enerji akışını uygulamayı bıraktı. Ayak tabanını yere vurmasıyla öne atlayıp cesedi dikkatlice kollarının arasına aldı.

 

Kendi cesedini tutma hissi gerçekten en garip deneyimlerden birisiydi. Shen Qingqiu kendine kabataslak göz gezdirdi. Önceki bedeninin hâlâ fazlasıyla gül rengi cildi ve yumuşak uzuvları vardı, gözlerinin sıkıca kapalı ve nefes almadığı hesaba katılmazsa derin uykudaki birinden hiçbir farkı yoktu.

 

Kendini imha ederek ölündüğünde kişinin ruhanî enerjisi yok olur. Cesedin çürümesini engelleyecek hiçbir efsun olmazdı. Beş yıldır buzun içinde onu dondurarak muhafaza etmek sadece cesedin çürümesini ertelerdi. Cesedin üzerinde hiç bitkisel bir koku yoktu, o nedenle hiçbir kimyasal koruyucuyla işlem görmemişti. Luo Binghe’nın kullandığı yöntem anlaşılamazdı.

 

Shen Qingqiu dağı yarıp taşı kırmaya yetecek ruhanî güç patlamasını engelledi. Luo Binghe’nın üzerine sabitlenmiş bakışlarını görmek için yukarıya baktığında ifadesinin vahşi ve gaddar olduğunu görmüştü. Ancak o zaman Shen Qingqiu cesedin kıyafetlerinin bedeninin üst kısmından kaymasıyla kollarının arasındaki bedeni açığa çıkmıştı. Ona nasıl dokunup baktığı hesaba katıldığında… Bu kesinlikle bakma isteği uyandırmaktan ziyade son derece hastalıktıydı.

 

Apar topar cesedin kıyafetlerini yukarıya çekip sıcak patatesi* Liu Qingge’ya fırlattı: “Yakala!”

Sıcak Patates: İnsanların son derece karşıt görüşte olduğu, kimsenin ilgilenmek istemediği durumlara denir.

 

Luo Binghe havada yakalamak istedi fakat Shen Qingqiu’nin engeline istemsizce yakalanmıştı. Shen Qingqiu aslında Luo Binghe’nın Kutsal İblis kan parazitini etkinleştireceğinden endişeleniyordu fakat öldürme isteğiyle dolup taştığından mı kaygılarıyla saçmasapan vurulduğundan mı bilinmez, Luo Binghe gerçekten koz kartını düşünebilecek durumda değildi. Liu Qingge cesedi tek eliyle yakalayıp beraberinde Cheng Luan’ı çağırdı, arkasını kuşatmış Huan Hua Sarayı müritlerini kolayca patakladı. Fırlatılıp çıkarıldıktan sonra cesedin kıyafetleri bedeninin üst kısmından tamamıyla ayrılmıştı. Liu Qingge ona dokunduğunda avuçiçinin yumuşak bir tene dokunduğunu hissediyordu, hassas ve soğuktu. Dokunduğu bölgede biraz elektriklenme vardı ve bütün bedeni donmuştu. Neresinden tutarsa tutsun her yeri uygunsuz olacak gibi görünüyordu, neredeyse kendisinden iterek uzaklaştıracaktı. Nihayetinde dürtüsünü engellemeyi başarmıştı. Kendi dış cübbesini çıkarttı, beyaz kıyafetleri kanatlar gibi uzayarak ayrılıyor, kollarının arasındaki bedeni sarmalıyordu. Cheng Luan onun yanına geri uçarak önünde sabit bir şekilde süzüldü.

 

Luo Binghe’nın gözbebekleri tamamıyla parlak kırmızıya dönmüştü. Bütün Huan Hua Köşkü, içine bomba yerleştirilmiş kapalı bir kutuya benziyordu. Bomba patladığında yıkıcı gürültüyle duvarlar çöktü.

 

Uçan kumlarla fırlayan taşlarla birlikte sayısız insan yere savrulduğunda iki eşya metalik tınlamayla çınladı. Shen Qingqiu görüntüye odaklandığında onların aslında iki kılıç olduğunu görmüştü.

 

Zheng Yang’la Xiu Ya’ydı.

 

Bu iki kırılmış kılıç sayısız parçaya ayrılarak aynı kaderi paylaşmışlardı. Nasıl onarılıp birbirine bağlanarak Huan Hua Köşkü’ne koyulduğu belirsizdi. Sadece köşk çökerken tekrardan gökyüzüyle güneşi görebilmişlerdi.

 

Bu iki kılıcı tekrardan gördüğünde Shen Qingqiu yüreğinde yükselen anlaşılamayan bir şey hissedip Luo Binghe’ya baktı. En başta kıyafetleri düzensizdi, bombalama dalgasının ardından iyi tanımlanmış köprücük kemiğiyle göğsü açığa çıkmıştı. Göğsünde, kalbine yakın bir yerde son derece biçimsiz bir kılıç yarası vardı.

 

Luo Binghe’nın kendini yenileme gücü son derece kuvvetliydi. Uzuvları kopmuş olsa bile pürüzsüzce onları yeniden birleştirebilir, sorunsuzca yeniden oluşturabilirdi. Bilerek iyileştirmemeyi seçmediği takdirde hiçbir iz bırakmaksızın iyileşmeyecek yarası yoktu.

 

 

Luo Binghe şiddetle bağırdı: “Liu Qingge, Shizun’un hatrına canını her seferinde bağışladım. Ölümünü aramakta diretiyorsan beni suçlama!”

 

Aniden patlayan ruhanî enerjiyle öldürücülüğün sarsıntısı neredeyse Shen Qingqiu’nin bulunduğu yerden oynamasını sağlayacaktı. Luo Binghe’nın sinirinin alevlendiğini biliyordu, o nedenle aceleyle Liu Qingge’ya bağırdı: “Hâlâ gitmeyecek misin?”

 

İşler böyle sarpa sardığında hep diğerlerinin çekilmesi için sık sık kendini düşünmeden feda ettiğini hissetti! Liu Qingge ona bir bakış attı, doğrusu bu öylesine bir şey değildi—zaman yitirmeden kollarının arasındaki bedenle kılıcına atlayıp yıldırım kadar hızlı bir şekilde oradan ayrıldı.

 

Luo Binghe aslında saldırmak istiyordu fakat anızın kalbinde bir ürperti hissetti— Xin Mo kılıcı aniden geri tepip onu bastırdı. Bastırıldığından tek yapabildiği şey Liu Qingge Shen Qingqiu’nin cesedi kollarının arasında oradan ayrılırken aciz bir şekilde ardlarından bakmak olmuştu.

 

Luo Binghe şaşkınlık içinde gökyüzü yıkılmışçasına olduğu yerde duruyordu, karşı saldırı yapmayı bile unutmuştu. Bir anlığına ifadesinde bir anlamsızlık belirdi, dünyada en çok sevdiği şey ondan alınmış bir çocuk gibiydi. Shen Qingqiu onun zayıf anından yararlanarak sersemlemesini fırsat bilip tüymeyi planlıyordu fakat durum böyle olunca nedeni bilinmez bir şekilde topukları yere mıhlanmış, bakışlarının katlanılmazlığı gittikçe daha da artmıştı.

 

Kaldıramasa bile yapabileceği hiçbir şey yoktu. Luo Binghe’nın o cesedi saklamayı sürdürmesine izin verseydi nasıl korkutucu günahkâr gelişmelerin olacağı belirsizdi!

 

Sorun, yüreğinin zamansız yumuşamasıyla birlikte gelmişti. Luo Binghe başını çevirip şiddetli kırmızı gözlerin doğrudan üzerine sabitlediğinde başarıyla sıvışamamıştı.

 

Xin Mo kılıcı neşe ve kötü niyetle kınında titriyordu. Luo Binghe’nın gözleri kesin bir şekilde Shen Qingqiu’nin her an kıyma olacağını belirtiyordu. Hiddetli ve kederli bakışlarını gördüğünde Shen Qingqiu iki adım geri gitti. Aniden, efsunlanmışçasına, Luo Binghe’ya gerçeği söylemek istedi.

 

Ona “Bu kadar üzülme, Shizun’un ölmedi.” demek istedi.

 

Dudaklarını oynatmasıyla Huan Hua Sarayı müritleri yığınından siyah bir gölge çok hızlı hareket ederek dışarı çıktı.

 

Kişi olağanüstü hızla Shen Qingqiu’yi sarmalayıp bir kasırga gibi ayrıldı. Luo Binghe’nın harikulade görme yeteneğiyle tepkime hızı bile patlayıcı vuruş yapmakta başarısız olmasını sağlamıştı.

 

Aynı yerde duruyordu, Huan Hua Köşkü’nün şiddetle harabe edilip sürenen kalıntılarına soğukkanlılıkla bakıyordu. Huan Hua Sarayı müritleri ilgilenmemeyi sürdürememişlerdi fakat Luo Binghe’nın bu geceki beklenmedik mağlubiyetlerinin ardından huzursuzlanıp gökgürültüsü gibi patlayacağının kaçınılmaz olduğunu biliyorlardı. Müritler çabucak dizlerinin üzerine çöktü. O anda, Sha Hualing sonunda oraya gelebilmiş, telaşla öne atılmıştı. Vardığı gibi Luo Binghe tarafından geriye fırlatılmış, üç litre kan kusmuştu.

 

Onun değişken ve saati saatine uymayan birisi olduğunu bilecek kadar uzun zamandır tanıyordu fakat onu yine neyin kızdırdığını bilmiyordu. Sadece bunu yılgınlığının tınısını taşıyan bir sesle dillendirebildi: “Lordum, hiddettinizi bastırın. Lordum, hiddetinizi bastırın!”

 

Luo Binghe konuştu: “Geri getirdiğin kişi gerçekten fena değil.”

 

Bu “fena değil” Luo Binghe’nın onun derhal infazını buyurduğunu duymasından daha bile dehşet vericiydi. Aceleyle konuşurken Sha Hualing’in ruhu neredeyse bedeninden ayrılacaktı: “Bu astın önemli bir raporu var! İhlâl olduğunda bu ast istilayı yapan kişileri saptayıp haklarından geldi. Fakat davetsiz misafir olan tek Liu Qingge değildi! Bu Bai Zhan Tepesi Lordu gece köşkün içine önceden girmek istemiş fakat labirent oluşumunu bozamamış. Bu sefer birisi önce labirent oluşumunu bozmuş, o nedenle Liu Qingge başarıyla engeli geçebilmiş.”

 

Luo Binghe, Liu Qingge’nın kılıcıyla ortadan kaybolduğu yöne doğru bakıyordu. Yavaşça yumruklarını sıkıp eklemlerini çatlattı.

 

*****


Önceki Bölüm ― Sonraki Bölüm  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder