Shen
Qingqiu, “Sorun o değil.” dedi.
Luo
Binghe bunun arkasını bırakmayacaktı. “Öyleyse sorun nedir?”
Shen
Qingqiu yelpazesini kaldırdı. “Öncelikle şu anki işimizi hâlledelim. Bunu sonra
konuşuruz.”
Luo
Binghe yavaşça geri çekildi, hafifçe gülümsedi. “Tamam.”
Yavaşça,
“… her hâlükârda bunu sonra konuşacak bir sürü vaktimiz olacak.” dedi.
Herkes çevrelerindeki ölümün renksizliğini taşıyan
taşlarla bel uzunluğundaki siyah çalılıkların dallarının ardında saklanmakta
olan sayısız yaratığın kıpırtılarını hissedebiliyordu. Parlak yeşil gözlerle
hışırdayan kumaş küçük bir dalgalanma gibi yükselip alçalmıştı.
Bu esnada
Luo Binghe’nın önden ilerlemesinin getirisi tamamıyla aşikârdı. Ona doğru
yaklaştıkça uğursuz kıpırtı hemencecik durmuş, tek bir çıt bile çıkmamıştı.
Gizlenmiş şeytanî hayvanlar ya ellerinden geldiğince ölü taklidi yaparlardı ya
da çılgına dönmüş bir şekilde geri çekilip giderlerdi.
Bunu
söylemek biraz kaba olabilir ama hastalık tanrısı gibi kaçarlardı…
İlahi bir
yardımla gittikleri yere ulaşmaları düşündüklerinden daha kısa sürmüştü.
Gökyüzünün
ortasında aniden beyaz sislerin süzüldüğü siyah enerjiden silindir bir sütun
belirirse bu garipliği kör olmayan herkes fark edebilirdi.
Mağaranın
girişi kat kat olmuş sık yeşil yaprakların ardında gizleniyordu, kasvetli bir
orman kadar korkunçtu. Mağaranın yanında duran herhangi birisinin ürpermesine
neden olurdu. Takımın adımları tereddütle durdu.
Asıl
düşünülene göre buraya gelene değin sekiz yüz düşman komutanını öldürmeli, bin
şeytanî hayvanı doğramalı; yolda bütün zehirli böceklerle ve tuhaf çiçeklerle
karşılaşıp binlerce test ve derdin ardından son engele ulaşmalıydılar.
Birçok
şey usulüne göre değilse bile en azından BOSS savaşından önce kıyafetlerinin
birazcık kanlanması gerekmez miydi?!
Sekt
liderlerinden birisi, “Korkarım ki tedbirsiz ilerleyemeyiz.” dedi.
Başka
birisi, “Öncelikle asıl yeri araştırırsak en iyisi olacaktır.” diye onayladı.
Luo
Binghe, “Ona ne şüphe. dedi.
Henüz
konuşmayı bitirmişti ki Mobei-Jun aniden Shang Qinghua’yı tekmeleyiverdi.
O
gerçekten de onu tekmeledi… tekmeledi… tekmeledi…
Shen
Qingqiu’nun hayretler içerisinde bakışı üzerinde Shang Qinghua yuvarlanarak
“asıl yeri araştırmak için” mağaraya düşmüştü.
Bir
sürelik ölüm sessizliğinin ardından mağaranın içinden aniden perişan, tiz bir
çığlık kopuverdi. “AHHHHHHHHH!”
Işık
hızında Shen Qingqiu diğerleriyle birlikte mağaraya girmek için sarmaşık
yığınını kenara ittirmişti ki bir ses işitti. “Tepe Lordu Shen, tekrardan
karşılaştık.”
Xin Mo
kılıcı mağaranın sonundaki çatlak kayalıklara saplanmıştı. Bulunduğu yerde
siyah enerjiyle mor dumanlar saçıyordu. Tianlang-Jun bir kireç taşının üzerine
oturmuş, Shang Qinghua da o taşın çok da uzağında olmayacak şekilde durmaktaydı.
Dışarıdan
gelen doğal ışık mağaraya sızarak Tianlang-Jun’un vücudunun yarısını
aydınlatıyordu. Aniden, ölümün soğuk nefesini çekmişti.
Shen
Qingqiu Shang Qinghua’nın az önceki çığlığının niçin bu kadar perişan olduğunu
sonunda anlamıştı.
Tianlang-Jun’un
yüzündeki tebessüm eskisi gibi zarif olsa bile sağ yüzünün neredeyse yarısı tamamıyla
çürüyerek mavi-mor bir parçaya dönüşmüş, gülümsemesini de son derece ürkütücü
yapmıştı.
Sol yeni
havada sallanıyordu, boştu. Anlaşılan düşüp duran kolunu artık geri
takamıyordu.
Bu gazı
bitmiş bir lamba gibi harap edilmiş görünümü Shen Qingqiu’nun hayal ettiği son
BOSS’tan çok uzaktı.
Shen
Qingqiu Luo Binghe’nın yüzüne bakmamaya direnememişti. Fakat yüzü ruhsuz bir
sakinlikte olduğundan duyguları anlaşılmıyordu.
Tianlang-Jun
başını kaldırıp, “Düşündüğümden daha az kişi gelmiş. Bailu Dağı’ndaki son
seferdeki gibi savaşmak için yüzlerce ustanın geleceğini düşünüyordum.”
Wu Wang
burnundan soludu. “Görünüşüne bak; insan desen insan değil, iblis desen iblis
değil… Yanında sana bir tane bile hizmet edecek birisi yok. O kadar kişiyle
gelmeye ihtiyacımız var mı ki?”
Tianlang-Jun
“Şu anda yanımda hizmet edecek birisinin olmadığı doğrudur, lakin yeğenim
yanımda.” dedi.
Daha
cümlesini bitirmemişken mağaranın girişinde yeşil bir gölge belirdi. Göz açıp
kapayıncaya kadar Zhuzhi-Lang Tianlang-Jun’un önüne geçmişti.
Bir
nedenden dolayı bu ustayla hizmetçi ikilisi kötü durumdaydı. Tianlang-Jun’un
Çiy Çiçeği bedeni ruhanî enerjiye uygun olmadığından delikler oluşana değin çürümüştü,
hadi bunu anladık. Fakat Zhuzhi-Lang’in göz bebeği sarılaşıp boynunu,
yanaklarını, alnını, kollarını… her yerini çevreleyen pullar da tabaka tabaka
kalkarak derisini göstermişti. Bakması korkunç ve kötüydü, Çiy Çiçeği
mağarasındaki yarı insan yarı yılan hâline çok yakındı.
Boğuk bir
sesle, “Usta Shen.” dedi.
Shen
Qingqiu, “Benim… de, nasıl bu hâle geldin?” dedi.
Yue
Qingyuan gözlerini kırpmadan, “Kıdemsiz, bu kişiyle bir münasebetin mi var?”
dedi.
Kesinlikle
ciddi bir münasebetti. Bu zamana değin olan olaylarda en önemli irtibatlarını
en fazla bu kişiyle yapmıştı. Shen Qingqiu tam konuşmak üzereydi ki Tianlang-Jun,
Yue Qingyuan’a doğru çenesini hafifçe kaldırıp gözlerini kısarak baktı. “Seni
hatırlıyorum.”
Düşündü,
ardından emin şekilde konuştu. “O zaman, Huan Hua Sarayı’ndaki yaşlı adam gizli
saldırı düzenlemesinde yardımcı olmanı istemişti fakat sen ilgilenmemiştin.
Şimdiyse Cang Qiong Dağı Sekti’nin lideri misin? Fena değil.”
Yue
Qingyuan, “Majesteleri, hafızanız da pek fena değilmiş.” dedi.
Tianlang-Jun
gülümsedi, ardından iç çekti.
“Sen de yıllarca zifirî karanlık bir yerde
hapsedilsen, güneşi hiç görmesen, her gün tek yapabildiğin şey geçmişi düşünmek
olsa senin de hafızan benim gibi fena olmazdı.”
Bu sefer,
kimse cevap vermedi. Yue Qingyuan Xuan Su’yu kavrayıp kılıcını kınıyla birlikte
çıkardı.
Tianlang-Jun
bu saldırıdan yana kayarak kurtulduğunda gürültülü bir sallamayla birlikte
mağaranın yarısı çökerek büyük bir delik açılmıştı. Dışarısı havada çok
yukarılardaydı, savrulan kumla yuvarlanan taşlar yere düşmüştü. Soğuk ava
anında içeriye doluşurken ince kar taneleri herkesin görüşünü kapatacak şekilde
havada süzülerek dans etmekteydi. Sallandıkça binlerce metre aşağıdaki buzdan
zeminden zayıf çarpışma sesleriyle hayvan bağrışları geliyordu. İblislerin ilk
dalgası Güney Sınırı’na çoktan dayanmıştı.
Tianlang-Jun,
“Durun tahmin edeyim, kesin yine ön safhada Bai Zhan Tepesi savaşıyor. Haksız
mıyım?” dedi.
Düzinelerce
kişi her bir yana saçılıyorlardı. Ruhanî bastonunu savurarak müthiş bir rüzgâr
çıkartan Wu Wang son derece sağlam ve sert bir şekilde ön sırada yer alıyordu. Zhuzhi-Lang
Xuan Su’dan dolayı adım adım geriye gidiyor, ateş gücünün büyük bir kısmını
dikkatle üzerine çekiyordu. Tianlang-Jun kireç taşının üzerinde oturmaya devam
ederken sakin sakin, “O zaman son ana kadar kılıcını çekmediğini hatırlıyorum.
Yine aynısını mı yapacaksın?” dedi.
Yue
Qingyuan yanıtlamadı. Zhuzhi-Lang’in göğsüne avuçiçi darbesini göndermek üzereydi
ki başka bir Sekt Lideri ilk saldırıyı yapmak için yerini kaptı fakat asıl
perişan bir şekilde çığlığı basan Sekt Lideri olmuştu.
Shen
Qingqiu’nun göz bebekleri aniden küçülüverdi. “Dokunmayın ona- bedeni zehirle
kaplı!” diye bağırdı.
Savaşın
hengamesinde birkaç kişi zehirlenmiş, başka birkaç kişi daha ruhanî ve şeytanî
enerjinin patlamasıyla mağaradan dışarıya savrulmuşlardı. Bedenleri havadayken
savrulup o esnada kılıçlarını çevirerek kendilerini toparlamışlardı. Shang
Qinghua gizlice Shen Qingqiu’ya yaklaşmıştı. Zhuzhi-Lang kontrol edilemez bir
şekilde kana susamış hâlde savaşıyordu, beklenmedik bir şekilde dışarıdan
gizlice yaklaşmakta olan sinsi kişiyi fark etmiş, karşılık olarak da iki tane
yeşil yılan fırlatmıştı. Shen Qingqiu bunu gördüğünde elini savurarak
Uçak-Juju’nun hayatını kurtarmak için yeşil bir yaprak fırlatmış, iki yılan
havada aniden buz katılığına sahip olan sivri keskin şey tarafından
şişlenmişti.
Mobei-Jun
savaşın ortasında bir hayalet gibi belirip Shang Qinghua’yı alıp Shen
Qingqiu’ya doğru bir tavuğu savuruyormuş gibi savurarak Zhuzhi-Lang’e yumruğu
geçiriverdi.
Sonraki
on saniye içerisinde Shen Qingqiu neye “sert pataklama”dendiğine ilk elden
tanıklık etmişti…
Zhuzhi-Lang
Mobei-Jun’un sert pataklamasına maruz kalırken Tianlang-Jun’a odaklı ateş gücü
anında artış göstermişti.
Tianlang-Jun
o kadar kişiyle tek eliyle savaşsa bile zarif duruşunda hiçbir değişiklik olmuyordu.
“Ah, niye yine böylesin? Bu kadar kişiye tek başına savaşırken adalet düsturunu
çiğneyerek savaşmadan kazanabileceğini düşünmüyorsun herhâlde?”
Bir Sekt
Lideri atılarak saldırdı. “Kötü ameller güden, iblis ırkından bir yaratık olan senden
dünyanın hiçbir yerinde korkmak kargaşayı getirmez, adalet dediğin böyle
gerçekleştirilir!”
Hemen
sonrasında kafası patlayarak bir diş sarımsak gibi parçalara ayrılıverdi.
Tianlang-Jun tebessüm etti. “Aslında, başta gerçekten de kötü amellerim yoktu,
dünyayı karmaşa içerisinde görmekle pek ilgilendiğim söylenemez. Ara sıra biraz
şarkı söyleyip kitap okumak için sınırdan bu tarafa geçerdim. Gayet keyifliydi.
Fakat şu ana değin Bailu Dağı’nda yıllarca kapalı kaldım ve düşündüğün bazı
şeyleri yapma konusunda pek de isteksiz sayılmam.”
Yue
Qingyuan parmaklarını şıklattı. Xuan Su 8 santime yakın bir şekilde kınından
çıktı, ruhanî enerji de patlayıverdi. Tianlang-Jun’un bedeni iskeleti
bedeninden ayrılmış gibi gıcırdadı, şaşırdığına dair ses çıkarttı. “Sekt
Lideri’nden beklenildiği gibi. Çok güzel, shifu’n pek konuşmayı sevmezdi ama
gözleri mürit ve varis seçme konusunda oldukça başarılıymış.”
Elini
uzatıp Xuan Su’nun ucunu kavradı. Çevresindeki her şeyden bi’haber gibi
gülümsedi. “Fakat niçin tamamını çıkartmıyorsun? Böyle bana hâlâ hiçbir şey
yapamazsın.”
Yue
Qingyuan’ın bakışı karardı ve Xuan Su’sunu 1 küsür santim daha çekti!
Aniden,
Luo Binghe’nın soğukça, “Sana hiçbir şey yapamaz da bana ne demeli?” dediğini
işitti.
Tianlang-Jun’un
yüzündeki tebessüm henüz yok olmamıştı ki aniden güçlü bir şeytanî enerji
dalgası taşarak bıçak gibi kesivermişti.
Kalan tek
eli de kolundan kopup mağaradan dışarıya uçarak şiddetli fırtınaya kapılıp
doğrudan Maigu Tepesi’nden aşağıya düşmüştü.
Luo
Binghe sonunda hünerini göstermişti!
Bu
baba-oğul ikilisi yeniden karşı karşıya gelmişlerdi ve bu sefer nihayet
Tianlang-Jun’un karşılık verecek hiç gücü yoktu.
Luo
Binghe’nın gözleri kırmızıyla ışıl ışıl parıldıyordu, yüzü gerim gerim
gerilmişti; saldırıları zalim ve acımasızdı, hiçbir şekilde merhamet
göstermiyordu. Şimdiyse Tianlang-Jun’un iki eli de gitmişti. Sol koluyla sağ bacağı
bile sınırlarını zorluyordu. Zhuzhi-Lang Mobei-Jun’dan kaçtığında yüzü ve
bedeni kan revan içindeydi bile. Ustasının zorlandığını gördüğünde kavgada
aklını yitirmiş gibi doğrudan yolunu değiştirdi. Tam o esnada Wu Chen Tianlang-Jun’un
şeytanî enerjisinden kurtulup geriye fırlayarak kan kusmuştu ki Yüce Usta Wu
Wang de onu yakalamaya kalkışmıştı. Shen Qingqiu Zhuzhi-Lang’in onunla
çarpışacağını fark ettiğinde işlerin kötüye gittiğini anlamıştı. Wu Chen’in
önüne kapatmak için fırlayıverdi.
Shen
Qingqiu’yu gördüğünde Zhuzhi-Lang’in sarı gözbebeklerinden aniden berrak bir
parıltı geçerek ışıldadı. Güçlükle durakladığında dengesini kaybetti, neredeyse
düşecekti. Tam Shen Qingqiu’nun yanından Tianlang-Jun’a yardım etmek için
geçecekti ki beyaz bir ışık aniden etrafı kaplayıverdi. Zhuzhi-Lang’in sırtı
sertçe mağara duvarına çarptığında bir şey göğsünü delip geçerek kayalığa
saplanmıştı.
İnce bir
kılıcın yarısı kadar olan, göğsünü delen bu kılıç Zheng Yang’ın ta kendisiydi.
Shen
Qingqiu arkasını döndüğünde Luo Binghe yavaşça geri çekti. Tianlang-Jun birkaç
metre arkasında sakince duruyordu.
Bir süre
öylece durup sonrasında zarifçe yere yığıldı.
….
Savaş
bitmiş miydi?
Bu kadar
kolay mıydı?
Shen
Qingqiu hâlâ bunun biraz kabul edilemez olduğunu düşünüyordu.
Birkaç saldırı
bile yapamamıştı. Ve öylece işleri bitmiş miydi yani?
Shang
Qinghua’ya bir tane geçiriverdi. “… Tianlang-Jun’un savaşması çok zor birisi
olduğunu söylememiş miydin sen?”
Shang
Qinghua, “…Çok zor zaten.” dedi.
Shen
Qingqiu: “Bu galibiyetin herhangi bir mantığı var mı?”
Shang
Qinghua: “BOSS ne kadar zor olursa olsun ana karakterin önünde bir etkisi
olacağını düşünme bile. Bu herkesin bildiği bir mantık değil mi?”
İkisi
etrafına baktı. Buraya düzinelerce insan gelmişti ama şimdi kanla kaplanmış bu
yerde yalnızca birkaç kişi hayatta kalmıştı. Shen Qingqiu en zor seviyede BOSS
olarak gördüğü iki kişiye baktı. Bir tanesi duvara çakılmış kan sızdırıyor,
diğeri de yerde “ezilerek ipleri açılan bez bebek” açıklamasına yüzde bin
şeklinde uyacak şekilde yerde yatıyordu.
Son
BOSS’u yendiğindeki aşırı tatmini hissetmemişti bile. Baktıkça yaşlı ve engelli
birisine zorbalık edip pataklayan utanmaz bir çeteden birisiymiş gibi
hissediyordu…
Doğru, bu
kesinlikle bir çete dövüşüydü. Fakat böyle olacağını kim bilebilirdi ki?
BOSS’un gerçek gücü beklentilerinden çok aşağıda kalmıştı!
Luo
Binghe arkasını döndü, tek bir damla bile kanla boyanmamıştı. Shen Qingqiu’ya
sakin ve soğukkanlı bir şekilde “Onu öldürmek istiyor musun?” diye sordu.
Tianlang-Jun’u
gösteriyordu. Zhuzhi-Lang bunu duyup Zheng Yang’ın kılıcını kavrayarak
çıkartmak için çabaladı. Boynundaki ve yüzündeki pulların çoğu savaşın
hengamesinde soyulmuş, bu güç patlamasıyla birlikte de kan, sel gibi akmaya
başlamıştı.
Gongyi
Xiao’nun onun tarafından öldürüldüğünü bildiğinden Shen Qingqiu içten içe biraz
üzüntü hissediyordu zaten. Fakat bu sahneye bakmak o kadar kötü, katlanması o
kadar zordu ki şahitlik edenlerin empati kurmaması çok zordu. Shen Qingqiu’nun
başına tuhaf şükranını sayısız defa ödeme tarzından dolayı bela olsa da en
azından Zhuzhi-Lang ona hiçbir zaman art niyet beslememişti.
Shen
Qingqiu iç çekti. “Bu raddeye getiren sensin. Neden zorluyorsun?”
Zhuzhi-Lang
ağız dolusu köpüğü öksürüp boğuk bir sesle, “Bu raddeye getiren mi?” dedi.
Buruk bir
şekilde gülümsedi. “Bailu Dağı’ndaki görünüşümün asıl bedenim olduğunu
söyleseydim Usta Shen ne düşünürdü?”
Shen
Qingqiu’nun alnında şimşekler çakıverdi.
Ne, Bailu
Dağı’nda yerde sürünüp duran o yılan adam gerçekten de Zhuzhi-Lang’in asıl
görünümü müydü?!
Zhuzhi-Lang
zorlukla nefes alıp, “Soyum sıradan
benim. Babamın ilk devasa yılan olmasından dolayı annem beni doğurduğunda yarı
insan yarı yılan şeklinde biçimsizdim. On beş yaşıma kadar diğerleri beni hep
dışladı, benden nefret ettiler, beni hor görüp dövdüler. Lordum hiç insan
şeklimi almama yardım edip beni desteklemeseydi hayatım boyunca yerde kıvranan
bir yaratık olacaktım.”
Dişlerini
sıkıp, “Lordum insan olma şansını bana veren ilk kişiydi, ve siz, Usta Shen,
bana ikinciyi verendiniz. Belki bu sizin için yalnızca yardım eli uzatmaktı ama
benim için on binlerce kişiyi katletmeye değecek bir borçtu… Ve Usta Shen bana
‘Neden uğraşıyorsun?’ diye soruyor. Siz söyleyin.”
Tianlang-Jun
aniden iç çekti. “Şapşal çocuk, niye ona bu kadarını anlatıyorsun?”
Yerde yatıyor
olsaydı bile her zamanki gibi zarif ve ağırbaşlı. Yüzünün şeytanî enerjiden
dolayı çürüyen kısmını görmezden gelirseniz daha bile zarif ve ağırbaşlı
olabilirdi.
Gökyüzüne
bakarak dalgın dalgın, “İnsanlar her zaman ‘farklı klandan olanların yürekleri de
farklı yollardan ilerlemeli’ düşüncesine inanıyorlar. Fakat birisinin sana ne
kadar yakın olduğu fark etmeksizin göz açıp kapayıncaya kadar ihanet
edebiliyorlar. Niçin hep şükranını tek taraflı olarak ödemek zorunda olduğuna
kendini şartlıyorsun ki? Ne dersen de seni anlamayacak, yalnızca bıkacak ve algılayamayacak.
Niçin daha fazlasını söylemek zorundasın ki?” diye devam etti. Bir süre sonra
olay yerindeki herkes sessizliğe büründü. Kötü niyeti olmayan, aşk hakkında
konuşmaktan tüm kalbiyle keyif alan iyi huylu genç yalnızca bunun bir tuzak
olduğunu fark etmemiş, sayısız gün güneş almayan dağda, karanlığa
hapsedilmişti. Kimin ona kin tutmamasını söylemeye hakkı vardı ki? Kimin ona
“Boş ver, aş bunları.” demeye hakkı vardı ki?
Fakat
Yüce Usta Wu Chen, “Majesteleri gerçekten de geçmişte o niyetlere sahip
değildiyse iftiralı suçlamaya inanmamız bizim hatamızdı. Fakat bugünkü beladan
kaçamaz ya da saklanamazsın. Kötü şeyler kötü şeyleri doğurur. Er ya da geç
ödenecektir.” dedi.
Ellerini
kenetleyip, “Fakat Su Hanım zehri hissetmesine rağmen sizi görmeye gitmekte
tereddüt etmedi. Size ihanet etmesinde onu nasıl suçlayabilirsiniz?”
Tianlang-Jun
hafifçe irkilmişti, başını kaldırdı.
Shen
Qingqiu dahi kalbinin titrediğini hissetmişti.
Yüce Usta
Wu Chen asla yalan söylemezdi fakat bahsettiği olayların şekli diğerinin bilip
anlattığından biraz farklı gibi görünüyordu.
Yüce Usta
Wu Chen, “Zhao Hua Tapınağı’nda Su Hanım’ı ölümünden sonra eleştirerek ona ızdırap
vermek istemediğim için ve gizliliğini koruyacağımı söylediğimden bu yaşlı
keşiş asıl olayı ne konuşabildi ne de açıklayabildi.” dedi.
“Su Hanım Huan Hua Sarayı’nda Yaşlı Saray
Ustası tarafından zorla tutuluyordu. İnatçıydı ve emirleri uymayı reddediyordu,
seni düzinelerce bastırıcı efsunun yerleştirildiği tuzak alana getirmek gibi
bir isteği yoktu. Yaşlı Saray Ustası onun hamile olduğunu ancak onu Su
Hapishanesi’ne hüküm sürdürdüğünde fark etmişti. Düşük yapmaya zorlamanın
hayatını tehlikeye atacağından korkuyordu, Su Hanım da ne pahasına olursa olsun
dayanıyordu. O nedenle Yaşlı Saray Ustası ona iblis ırkı için zehirli olan bir
zehri tasta verip içtiği takdirde seni görebilmesi için bırakacağını
söylemişti.
“Su Hanım Yaşlı Saray Ustası’nın ilacını içip
yalnız başına yollanmıştı. Fakat Yaşlı Saray Ustası’nın tuzak bölgesini
ikinizin buluştuğu Bailu Dağı’na çektiğini bilmiyordu.”
Tianlang-Jun
mahvolmuş bedeni içerisinde başını kaldırmaya uğraşıyordu. Dudağındaki kan
lekeleri hâlâ tazeydi, şaşkınlık içindeydi, gerçekten kelimelerle tarif
edilemeyecek şekilde acınası görünüyordu.
“Bu yaşlı keşiş Su Hanım’la Bailu Dağı’na
giderken karşılaştı. O esnada ilacı içeli daha çok olmamıştı, bütün bedeni
kanla kaplıydı, her adımında kırmızı lekeler bırakıyordu. Biraz açıklamasını
dinledikten sonra onu kandırmasına dayanamadım. Tianlang-Jun’un çoktan dönmemek
üzere hapsedildiğini gerçeğini söylediğimde sonunda Shifu’sunun söylediği her
şeyin büyük bir yalandan ibaret olduğunu anlamıştı. Yalnız yer değil, zaman da öyleydi!
“İsteğine göre bu yaşlı keşiş onu koruyup
devriye gezen Huan Hua Sarayı müritlerden kaçmasında yardımcı olup Luochuan
Nehri’nin üst kısımlarına ulaşması için yolladı. O zamandan itibaren nerede
olduğu hakkında en ufak bir fikrim yok.”
“Tianlang-Jun, belki de Su Hanım’ın tamamıyla
iyi birisi olmadığı doğrudur. O üzerinde yüksek beklentiler olunan, Huan Hua
Sarayı’nın varisiydi, baştan beri beklentiler en yüksekteydi. Başlangıçta sana
karşı iyi bir niyeti olmayabilirdi ama nihayetinde onun kötü niyeti karşısında
ya da duygularını gizleyememesinden büyülenmemiş miydin?”
“Bu yaşlı keşiş bu meselenin bir parçası
değil, bunların hiçbirinin gerçekliğini bilmiyordum. Fakat, zamanında gördüğüm
ve bildiğimden yola çıkarak, o gerçekten de yıllardır onu yetiştiren shifusunun
emirlerine karşı gelip Su Hapishanesi’nde o kadar işkencenin ardından bile
ağzını açmamış, seni kandırıp sana zarar verilmesine karşı gelmişti- sonunda
son çareyi kullanmaya kendini zorlamasaydı hangi anne bir kase zehri içerdi ki?
“O seni bırakmadı, geri çevirmedi de, sadece
başka çaresi yoktu. Bu dünyadaki kimse ona merhamet etmedi, sen yalnızca
fırsatını kaçırdın, ah…”
Tianlang-Jun’un
dudakları titriyor gibiydi.
Bir süre
sonra, “…Öyle mi?” dedi.
Bu iki kelimeyi
dillendirmesinin ardından, “Bu gerçek mi?” diye sordu.
Yüce Usta
Wu Chen, “Bu yaşlı keşiş hayatının üzerine yemin ediyor ki anlattıklarımın tek
bir cümlesinin dahi yarısında yanlışlık yok.” dedi.
Tianlang-Jun
başını çevirip Shen Qingqiu’yla Yue Qingyuan’a baktı, onay arıyormuş gibi
sordu. “Gerçek mi?”
İzleyicilerin
olayın hakikatini bilip bilmediğini umursamıyordu bile, gördüğü herkese
soruyordu. Yue Qingyuan ona baktı, çıt çıkarmıyordu, yavaşça başını eğip
bilinmezliği düşündü. Shen Qingqiu tekrar tekrar düşünüp ardından ancak yavaşça
başını olumlu anlamda salladı.
Muhtemelen
Yaşlı Saray Ustası’nın en başta iftira ve incitme niyeti yoktu ama bu ikisinin
gittikçe yakınlaştığını fark ettiğinde Su Xiyan’ı Tianlang-Jun’la yakınlaşması
için yolladığına pişman olmaya başlamıştı.
Su Xiyan
durumun kontrolünü yitirip gerçekten tüm kalbiyle Tianlang-Jun’a âşık olmuş,
hatta Luo Binghe bile olmuştu, bu bardağı taşıran son damlaydı. Sonrasında
Yaşlı Saray Ustası olmayan kanıtlar yaratıp eksik ölçüde olay dizisi işleyerek
Tianlang-Jun’u doğrudan Üç Âlem’i yıkmak için can atan özel bir iblis rolüne
sokuvermişti.
Ve
yıllarca birçok insanı açıkça harap etmişti.
Tianlang-Jun
aniden tüm gücünü kaybetmiş gibi tekrardan yere yığıldı.
İç çekti.
“Pekâlâ. En azından berbat olmayan bir şey varmış.”
Birkaç
kar tanesi kirpiklerine kondu, kıpraştıkça titriyordu. Yüzünü donatan şeyin kar
tanesi mi yoksa düşmeyen gözyaşları mı olup olmadığını anlayamıyordu.
Shen
Qingqiu dönüp Luo Binghe’ya baktı. Baştan sona dinlemişti ama anlaşılan o ki
diyecek hiçbir şeyi yoktu, hatta kendi kendine kıkırdıyordu bile.
Tüm
bunları açıkladıktan sonra Tianlang-Jun’un yüreğinde düğümlenmiş acı
çözülüvermişti. Ama Luo Binghe’ya gelince onun zalimlik seviyesi bir gıdım bile
azalmamıştı.
Bunun tek
sebebi anne babasının onu reddetmesinden, bırakmasına dönmesiydi.
Önceki gibi
reddedilen kişi olmuştu.
Xin Mo
kılıcından durmaksızın mor siyah enerji akıntısı çıkıyor, savaşın sesi
belirginleştikçe belirginleşiyordu. Anlaşılan o ki Maigu Tepesi’nin buz tutmuş
Luochuan’ın yüzeyine inişi devam ediyordu, aralarında belirsiz bir mesafe
kalmıştı. Yue Qingyuan Xin Mo kılıcının sokulduğu yarığın olduğu duvara birkaç
adım yaklaştı. Shen Qingqiu, “İşler çoktan bu hâle geldi bile. Tianlang-Jun,
geri çekilmelisin.” dedi.
Şu anda
çekilirse hâlâ çok geç olmazdı. Fakat Tianlang-Jun Xin Mo kılıcına şeytanî
enerji yollamaya devam ediyordu, birleşimi durdurmanın tek yolu gerçekten de
onu öldürmekti. Nasıl söylenir, Shen Qingqiu Tianlang-Jun’un gerçekten ölmesini
özellikle istemiyordu. Sonuçta bu durumdayken aşkı hakkında konuşmak bile
gerçekten yeterince trajikti. Bir de hayatını alırlarsa… bu kadar acınası bir
BOSS’u nerede bulabilirsiniz ki?!
Fakat
Tianlang-Jun aniden kahkaha atıverdi.
Kahkaha
mağaradan dağın tepesine kadar yankılandı. Bu durumu çok komik bulmuş olacaktı
ki başını kaldırıp, “Tepe Lordu Shen, nasıl olduğuma bak- Zhuzhi-Lang’i insan hâlinde
bile tutamıyorum.” dedi.
O esnada
Shen Qingqiu bunun henüz ne demek olduğunu tam anlamlandıramamıştı, yalnızca
yüreğinin hafifçe ürperdiğini hissetmişti.
Tianlang-Jun
ağır ağır, “Sizinle uzun zamandır dövüşüyorum, bu bedenin aldığı hasar az
denilemez vaziyette. Düşünsene, bunca zaman Xin Mo kılıcına şeytanî enerjiyi
sağlayan kim olabilir, sence kim?” dedi.
Kelimeler
hızlı ya da yavaş söylenmemişti ama Shen Qingqiu’nun kulağından girdiklerinde
cümleler kelime kelimeye dönüşmüştü. Algıladığında boynu buz tutmuş bir
yarıktan düşüyormuş gibi gitgide kasılmıştı.
“Doğrusu, bunu geri çekilmesi gereken kişiye
söylemelisin. Hepsi bu, ben o kişi değilim.”
*****
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder