27 Ağustos 2021 Cuma

THE SCUM VILLAIN'S SELF-SAVING SYSTEM - BÖLÜM 77: BOSS SAVAŞI


Shen Qingqiu, “Sorun o değil.” dedi.

Luo Binghe bunun arkasını bırakmayacaktı. “Öyleyse sorun nedir?”

Shen Qingqiu yelpazesini kaldırdı. “Öncelikle şu anki işimizi hâlledelim. Bunu sonra konuşuruz.”

Luo Binghe yavaşça geri çekildi, hafifçe gülümsedi. “Tamam.”

Yavaşça, “… her hâlükârda bunu sonra konuşacak bir sürü vaktimiz olacak.” dedi.

Herkes çevrelerindeki ölümün renksizliğini taşıyan taşlarla bel uzunluğundaki siyah çalılıkların dallarının ardında saklanmakta olan sayısız yaratığın kıpırtılarını hissedebiliyordu. Parlak yeşil gözlerle hışırdayan kumaş küçük bir dalgalanma gibi yükselip alçalmıştı.

 

Bu esnada Luo Binghe’nın önden ilerlemesinin getirisi tamamıyla aşikârdı. Ona doğru yaklaştıkça uğursuz kıpırtı hemencecik durmuş, tek bir çıt bile çıkmamıştı. Gizlenmiş şeytanî hayvanlar ya ellerinden geldiğince ölü taklidi yaparlardı ya da çılgına dönmüş bir şekilde geri çekilip giderlerdi.

Bunu söylemek biraz kaba olabilir ama hastalık tanrısı gibi kaçarlardı…

İlahi bir yardımla gittikleri yere ulaşmaları düşündüklerinden daha kısa sürmüştü.

Gökyüzünün ortasında aniden beyaz sislerin süzüldüğü siyah enerjiden silindir bir sütun belirirse bu garipliği kör olmayan herkes fark edebilirdi.

Mağaranın girişi kat kat olmuş sık yeşil yaprakların ardında gizleniyordu, kasvetli bir orman kadar korkunçtu. Mağaranın yanında duran herhangi birisinin ürpermesine neden olurdu. Takımın adımları tereddütle durdu.

Asıl düşünülene göre buraya gelene değin sekiz yüz düşman komutanını öldürmeli, bin şeytanî hayvanı doğramalı; yolda bütün zehirli böceklerle ve tuhaf çiçeklerle karşılaşıp binlerce test ve derdin ardından son engele ulaşmalıydılar.

Birçok şey usulüne göre değilse bile en azından BOSS savaşından önce kıyafetlerinin birazcık kanlanması gerekmez miydi?!

Sekt liderlerinden birisi, “Korkarım ki tedbirsiz ilerleyemeyiz.” dedi.

Başka birisi, “Öncelikle asıl yeri araştırırsak en iyisi olacaktır.” diye onayladı.

Luo Binghe, “Ona ne şüphe. dedi.

Henüz konuşmayı bitirmişti ki Mobei-Jun aniden Shang Qinghua’yı tekmeleyiverdi.

O gerçekten de onu tekmeledi… tekmeledi… tekmeledi…

Shen Qingqiu’nun hayretler içerisinde bakışı üzerinde Shang Qinghua yuvarlanarak “asıl yeri araştırmak için” mağaraya düşmüştü.

Bir sürelik ölüm sessizliğinin ardından mağaranın içinden aniden perişan, tiz bir çığlık kopuverdi. “AHHHHHHHHH!”

Işık hızında Shen Qingqiu diğerleriyle birlikte mağaraya girmek için sarmaşık yığınını kenara ittirmişti ki bir ses işitti. “Tepe Lordu Shen, tekrardan karşılaştık.”

Xin Mo kılıcı mağaranın sonundaki çatlak kayalıklara saplanmıştı. Bulunduğu yerde siyah enerjiyle mor dumanlar saçıyordu. Tianlang-Jun bir kireç taşının üzerine oturmuş, Shang Qinghua da o taşın çok da uzağında olmayacak şekilde durmaktaydı.

Dışarıdan gelen doğal ışık mağaraya sızarak Tianlang-Jun’un vücudunun yarısını aydınlatıyordu. Aniden, ölümün soğuk nefesini çekmişti.

Shen Qingqiu Shang Qinghua’nın az önceki çığlığının niçin bu kadar perişan olduğunu sonunda anlamıştı.

Tianlang-Jun’un yüzündeki tebessüm eskisi gibi zarif olsa bile sağ yüzünün neredeyse yarısı tamamıyla çürüyerek mavi-mor bir parçaya dönüşmüş, gülümsemesini de son derece ürkütücü yapmıştı.

Sol yeni havada sallanıyordu, boştu. Anlaşılan düşüp duran kolunu artık geri takamıyordu.

Bu gazı bitmiş bir lamba gibi harap edilmiş görünümü Shen Qingqiu’nun hayal ettiği son BOSS’tan çok uzaktı.

Shen Qingqiu Luo Binghe’nın yüzüne bakmamaya direnememişti. Fakat yüzü ruhsuz bir sakinlikte olduğundan duyguları anlaşılmıyordu.

Tianlang-Jun başını kaldırıp, “Düşündüğümden daha az kişi gelmiş. Bailu Dağı’ndaki son seferdeki gibi savaşmak için yüzlerce ustanın geleceğini düşünüyordum.”

Wu Wang burnundan soludu. “Görünüşüne bak; insan desen insan değil, iblis desen iblis değil… Yanında sana bir tane bile hizmet edecek birisi yok. O kadar kişiyle gelmeye ihtiyacımız var mı ki?”

Tianlang-Jun “Şu anda yanımda hizmet edecek birisinin olmadığı doğrudur, lakin yeğenim yanımda.” dedi.

Daha cümlesini bitirmemişken mağaranın girişinde yeşil bir gölge belirdi. Göz açıp kapayıncaya kadar Zhuzhi-Lang Tianlang-Jun’un önüne geçmişti.



Bir nedenden dolayı bu ustayla hizmetçi ikilisi kötü durumdaydı. Tianlang-Jun’un Çiy Çiçeği bedeni ruhanî enerjiye uygun olmadığından delikler oluşana değin çürümüştü, hadi bunu anladık. Fakat Zhuzhi-Lang’in göz bebeği sarılaşıp boynunu, yanaklarını, alnını, kollarını… her yerini çevreleyen pullar da tabaka tabaka kalkarak derisini göstermişti. Bakması korkunç ve kötüydü, Çiy Çiçeği mağarasındaki yarı insan yarı yılan hâline çok yakındı.

Boğuk bir sesle, “Usta Shen.” dedi.

Shen Qingqiu, “Benim… de, nasıl bu hâle geldin?” dedi.

Yue Qingyuan gözlerini kırpmadan, “Kıdemsiz, bu kişiyle bir münasebetin mi var?” dedi.

Kesinlikle ciddi bir münasebetti. Bu zamana değin olan olaylarda en önemli irtibatlarını en fazla bu kişiyle yapmıştı. Shen Qingqiu tam konuşmak üzereydi ki Tianlang-Jun, Yue Qingyuan’a doğru çenesini hafifçe kaldırıp gözlerini kısarak baktı. “Seni hatırlıyorum.”

Düşündü, ardından emin şekilde konuştu. “O zaman, Huan Hua Sarayı’ndaki yaşlı adam gizli saldırı düzenlemesinde yardımcı olmanı istemişti fakat sen ilgilenmemiştin. Şimdiyse Cang Qiong Dağı Sekti’nin lideri misin? Fena değil.”

Yue Qingyuan, “Majesteleri, hafızanız da pek fena değilmiş.” dedi.

Tianlang-Jun gülümsedi, ardından iç çekti.

 “Sen de yıllarca zifirî karanlık bir yerde hapsedilsen, güneşi hiç görmesen, her gün tek yapabildiğin şey geçmişi düşünmek olsa senin de hafızan benim gibi fena olmazdı.”

Bu sefer, kimse cevap vermedi. Yue Qingyuan Xuan Su’yu kavrayıp kılıcını kınıyla birlikte çıkardı.

Tianlang-Jun bu saldırıdan yana kayarak kurtulduğunda gürültülü bir sallamayla birlikte mağaranın yarısı çökerek büyük bir delik açılmıştı. Dışarısı havada çok yukarılardaydı, savrulan kumla yuvarlanan taşlar yere düşmüştü. Soğuk ava anında içeriye doluşurken ince kar taneleri herkesin görüşünü kapatacak şekilde havada süzülerek dans etmekteydi. Sallandıkça binlerce metre aşağıdaki buzdan zeminden zayıf çarpışma sesleriyle hayvan bağrışları geliyordu. İblislerin ilk dalgası Güney Sınırı’na çoktan dayanmıştı.

Tianlang-Jun, “Durun tahmin edeyim, kesin yine ön safhada Bai Zhan Tepesi savaşıyor. Haksız mıyım?” dedi.

Düzinelerce kişi her bir yana saçılıyorlardı. Ruhanî bastonunu savurarak müthiş bir rüzgâr çıkartan Wu Wang son derece sağlam ve sert bir şekilde ön sırada yer alıyordu. Zhuzhi-Lang Xuan Su’dan dolayı adım adım geriye gidiyor, ateş gücünün büyük bir kısmını dikkatle üzerine çekiyordu. Tianlang-Jun kireç taşının üzerinde oturmaya devam ederken sakin sakin, “O zaman son ana kadar kılıcını çekmediğini hatırlıyorum. Yine aynısını mı yapacaksın?” dedi.

Yue Qingyuan yanıtlamadı. Zhuzhi-Lang’in göğsüne avuçiçi darbesini göndermek üzereydi ki başka bir Sekt Lideri ilk saldırıyı yapmak için yerini kaptı fakat asıl perişan bir şekilde çığlığı basan Sekt Lideri olmuştu.

Shen Qingqiu’nun göz bebekleri aniden küçülüverdi. “Dokunmayın ona- bedeni zehirle kaplı!” diye bağırdı.

Savaşın hengamesinde birkaç kişi zehirlenmiş, başka birkaç kişi daha ruhanî ve şeytanî enerjinin patlamasıyla mağaradan dışarıya savrulmuşlardı. Bedenleri havadayken savrulup o esnada kılıçlarını çevirerek kendilerini toparlamışlardı. Shang Qinghua gizlice Shen Qingqiu’ya yaklaşmıştı. Zhuzhi-Lang kontrol edilemez bir şekilde kana susamış hâlde savaşıyordu, beklenmedik bir şekilde dışarıdan gizlice yaklaşmakta olan sinsi kişiyi fark etmiş, karşılık olarak da iki tane yeşil yılan fırlatmıştı. Shen Qingqiu bunu gördüğünde elini savurarak Uçak-Juju’nun hayatını kurtarmak için yeşil bir yaprak fırlatmış, iki yılan havada aniden buz katılığına sahip olan sivri keskin şey tarafından şişlenmişti.

Mobei-Jun savaşın ortasında bir hayalet gibi belirip Shang Qinghua’yı alıp Shen Qingqiu’ya doğru bir tavuğu savuruyormuş gibi savurarak Zhuzhi-Lang’e yumruğu geçiriverdi.

Sonraki on saniye içerisinde Shen Qingqiu neye “sert pataklama”dendiğine ilk elden tanıklık etmişti…

Zhuzhi-Lang Mobei-Jun’un sert pataklamasına maruz kalırken Tianlang-Jun’a odaklı ateş gücü anında artış göstermişti.

Tianlang-Jun o kadar kişiyle tek eliyle savaşsa bile zarif duruşunda hiçbir değişiklik olmuyordu. “Ah, niye yine böylesin? Bu kadar kişiye tek başına savaşırken adalet düsturunu çiğneyerek savaşmadan kazanabileceğini düşünmüyorsun herhâlde?”

Bir Sekt Lideri atılarak saldırdı. “Kötü ameller güden, iblis ırkından bir yaratık olan senden dünyanın hiçbir yerinde korkmak kargaşayı getirmez, adalet dediğin böyle gerçekleştirilir!”

Hemen sonrasında kafası patlayarak bir diş sarımsak gibi parçalara ayrılıverdi. Tianlang-Jun tebessüm etti. “Aslında, başta gerçekten de kötü amellerim yoktu, dünyayı karmaşa içerisinde görmekle pek ilgilendiğim söylenemez. Ara sıra biraz şarkı söyleyip kitap okumak için sınırdan bu tarafa geçerdim. Gayet keyifliydi. Fakat şu ana değin Bailu Dağı’nda yıllarca kapalı kaldım ve düşündüğün bazı şeyleri yapma konusunda pek de isteksiz sayılmam.”

Yue Qingyuan parmaklarını şıklattı. Xuan Su 8 santime yakın bir şekilde kınından çıktı, ruhanî enerji de patlayıverdi. Tianlang-Jun’un bedeni iskeleti bedeninden ayrılmış gibi gıcırdadı, şaşırdığına dair ses çıkarttı. “Sekt Lideri’nden beklenildiği gibi. Çok güzel, shifu’n pek konuşmayı sevmezdi ama gözleri mürit ve varis seçme konusunda oldukça başarılıymış.”

Elini uzatıp Xuan Su’nun ucunu kavradı. Çevresindeki her şeyden bi’haber gibi gülümsedi. “Fakat niçin tamamını çıkartmıyorsun? Böyle bana hâlâ hiçbir şey yapamazsın.”

Yue Qingyuan’ın bakışı karardı ve Xuan Su’sunu 1 küsür santim daha çekti!

Aniden, Luo Binghe’nın soğukça, “Sana hiçbir şey yapamaz da bana ne demeli?” dediğini işitti.

Tianlang-Jun’un yüzündeki tebessüm henüz yok olmamıştı ki aniden güçlü bir şeytanî enerji dalgası taşarak bıçak gibi kesivermişti.

Kalan tek eli de kolundan kopup mağaradan dışarıya uçarak şiddetli fırtınaya kapılıp doğrudan Maigu Tepesi’nden aşağıya düşmüştü.

Luo Binghe sonunda hünerini göstermişti!

Bu baba-oğul ikilisi yeniden karşı karşıya gelmişlerdi ve bu sefer nihayet Tianlang-Jun’un karşılık verecek hiç gücü yoktu.

Luo Binghe’nın gözleri kırmızıyla ışıl ışıl parıldıyordu, yüzü gerim gerim gerilmişti; saldırıları zalim ve acımasızdı, hiçbir şekilde merhamet göstermiyordu. Şimdiyse Tianlang-Jun’un iki eli de gitmişti. Sol koluyla sağ bacağı bile sınırlarını zorluyordu. Zhuzhi-Lang Mobei-Jun’dan kaçtığında yüzü ve bedeni kan revan içindeydi bile. Ustasının zorlandığını gördüğünde kavgada aklını yitirmiş gibi doğrudan yolunu değiştirdi. Tam o esnada Wu Chen Tianlang-Jun’un şeytanî enerjisinden kurtulup geriye fırlayarak kan kusmuştu ki Yüce Usta Wu Wang de onu yakalamaya kalkışmıştı. Shen Qingqiu Zhuzhi-Lang’in onunla çarpışacağını fark ettiğinde işlerin kötüye gittiğini anlamıştı. Wu Chen’in önüne kapatmak için fırlayıverdi.

Shen Qingqiu’yu gördüğünde Zhuzhi-Lang’in sarı gözbebeklerinden aniden berrak bir parıltı geçerek ışıldadı. Güçlükle durakladığında dengesini kaybetti, neredeyse düşecekti. Tam Shen Qingqiu’nun yanından Tianlang-Jun’a yardım etmek için geçecekti ki beyaz bir ışık aniden etrafı kaplayıverdi. Zhuzhi-Lang’in sırtı sertçe mağara duvarına çarptığında bir şey göğsünü delip geçerek kayalığa saplanmıştı.

İnce bir kılıcın yarısı kadar olan, göğsünü delen bu kılıç Zheng Yang’ın ta kendisiydi.

Shen Qingqiu arkasını döndüğünde Luo Binghe yavaşça geri çekti. Tianlang-Jun birkaç metre arkasında sakince duruyordu.

Bir süre öylece durup sonrasında zarifçe yere yığıldı.

….

Savaş bitmiş miydi?

Bu kadar kolay mıydı?

Shen Qingqiu hâlâ bunun biraz kabul edilemez olduğunu düşünüyordu.

Birkaç saldırı bile yapamamıştı. Ve öylece işleri bitmiş miydi yani?

Shang Qinghua’ya bir tane geçiriverdi. “… Tianlang-Jun’un savaşması çok zor birisi olduğunu söylememiş miydin sen?”

Shang Qinghua, “…Çok zor zaten.” dedi.

Shen Qingqiu: “Bu galibiyetin herhangi bir mantığı var mı?”

Shang Qinghua: “BOSS ne kadar zor olursa olsun ana karakterin önünde bir etkisi olacağını düşünme bile. Bu herkesin bildiği bir mantık değil mi?”

İkisi etrafına baktı. Buraya düzinelerce insan gelmişti ama şimdi kanla kaplanmış bu yerde yalnızca birkaç kişi hayatta kalmıştı. Shen Qingqiu en zor seviyede BOSS olarak gördüğü iki kişiye baktı. Bir tanesi duvara çakılmış kan sızdırıyor, diğeri de yerde “ezilerek ipleri açılan bez bebek” açıklamasına yüzde bin şeklinde uyacak şekilde yerde yatıyordu.

Son BOSS’u yendiğindeki aşırı tatmini hissetmemişti bile. Baktıkça yaşlı ve engelli birisine zorbalık edip pataklayan utanmaz bir çeteden birisiymiş gibi hissediyordu…

Doğru, bu kesinlikle bir çete dövüşüydü. Fakat böyle olacağını kim bilebilirdi ki? BOSS’un gerçek gücü beklentilerinden çok aşağıda kalmıştı!

Luo Binghe arkasını döndü, tek bir damla bile kanla boyanmamıştı. Shen Qingqiu’ya sakin ve soğukkanlı bir şekilde “Onu öldürmek istiyor musun?” diye sordu.

Tianlang-Jun’u gösteriyordu. Zhuzhi-Lang bunu duyup Zheng Yang’ın kılıcını kavrayarak çıkartmak için çabaladı. Boynundaki ve yüzündeki pulların çoğu savaşın hengamesinde soyulmuş, bu güç patlamasıyla birlikte de kan, sel gibi akmaya başlamıştı.

Gongyi Xiao’nun onun tarafından öldürüldüğünü bildiğinden Shen Qingqiu içten içe biraz üzüntü hissediyordu zaten. Fakat bu sahneye bakmak o kadar kötü, katlanması o kadar zordu ki şahitlik edenlerin empati kurmaması çok zordu. Shen Qingqiu’nun başına tuhaf şükranını sayısız defa ödeme tarzından dolayı bela olsa da en azından Zhuzhi-Lang ona hiçbir zaman art niyet beslememişti.

Shen Qingqiu iç çekti. “Bu raddeye getiren sensin. Neden zorluyorsun?”

Zhuzhi-Lang ağız dolusu köpüğü öksürüp boğuk bir sesle, “Bu raddeye getiren mi?” dedi.

Buruk bir şekilde gülümsedi. “Bailu Dağı’ndaki görünüşümün asıl bedenim olduğunu söyleseydim Usta Shen ne düşünürdü?”

Shen Qingqiu’nun alnında şimşekler çakıverdi.

Ne, Bailu Dağı’nda yerde sürünüp duran o yılan adam gerçekten de Zhuzhi-Lang’in asıl görünümü müydü?!

Zhuzhi-Lang zorlukla nefes alıp,  “Soyum sıradan benim. Babamın ilk devasa yılan olmasından dolayı annem beni doğurduğunda yarı insan yarı yılan şeklinde biçimsizdim. On beş yaşıma kadar diğerleri beni hep dışladı, benden nefret ettiler, beni hor görüp dövdüler. Lordum hiç insan şeklimi almama yardım edip beni desteklemeseydi hayatım boyunca yerde kıvranan bir yaratık olacaktım.”

Dişlerini sıkıp, “Lordum insan olma şansını bana veren ilk kişiydi, ve siz, Usta Shen, bana ikinciyi verendiniz. Belki bu sizin için yalnızca yardım eli uzatmaktı ama benim için on binlerce kişiyi katletmeye değecek bir borçtu… Ve Usta Shen bana ‘Neden uğraşıyorsun?’ diye soruyor. Siz söyleyin.”

Tianlang-Jun aniden iç çekti. “Şapşal çocuk, niye ona bu kadarını anlatıyorsun?”

Yerde yatıyor olsaydı bile her zamanki gibi zarif ve ağırbaşlı. Yüzünün şeytanî enerjiden dolayı çürüyen kısmını görmezden gelirseniz daha bile zarif ve ağırbaşlı olabilirdi.

Gökyüzüne bakarak dalgın dalgın, “İnsanlar her zaman ‘farklı klandan olanların yürekleri de farklı yollardan ilerlemeli’ düşüncesine inanıyorlar. Fakat birisinin sana ne kadar yakın olduğu fark etmeksizin göz açıp kapayıncaya kadar ihanet edebiliyorlar. Niçin hep şükranını tek taraflı olarak ödemek zorunda olduğuna kendini şartlıyorsun ki? Ne dersen de seni anlamayacak, yalnızca bıkacak ve algılayamayacak. Niçin daha fazlasını söylemek zorundasın ki?” diye devam etti. Bir süre sonra olay yerindeki herkes sessizliğe büründü. Kötü niyeti olmayan, aşk hakkında konuşmaktan tüm kalbiyle keyif alan iyi huylu genç yalnızca bunun bir tuzak olduğunu fark etmemiş, sayısız gün güneş almayan dağda, karanlığa hapsedilmişti. Kimin ona kin tutmamasını söylemeye hakkı vardı ki? Kimin ona “Boş ver, aş bunları.” demeye hakkı vardı ki?

Fakat Yüce Usta Wu Chen, “Majesteleri gerçekten de geçmişte o niyetlere sahip değildiyse iftiralı suçlamaya inanmamız bizim hatamızdı. Fakat bugünkü beladan kaçamaz ya da saklanamazsın. Kötü şeyler kötü şeyleri doğurur. Er ya da geç ödenecektir.” dedi.

Ellerini kenetleyip, “Fakat Su Hanım zehri hissetmesine rağmen sizi görmeye gitmekte tereddüt etmedi. Size ihanet etmesinde onu nasıl suçlayabilirsiniz?”

Tianlang-Jun hafifçe irkilmişti, başını kaldırdı.

Shen Qingqiu dahi kalbinin titrediğini hissetmişti.

Yüce Usta Wu Chen asla yalan söylemezdi fakat bahsettiği olayların şekli diğerinin bilip anlattığından biraz farklı gibi görünüyordu.

Yüce Usta Wu Chen, “Zhao Hua Tapınağı’nda Su Hanım’ı ölümünden sonra eleştirerek ona ızdırap vermek istemediğim için ve gizliliğini koruyacağımı söylediğimden bu yaşlı keşiş asıl olayı ne konuşabildi ne de açıklayabildi.” dedi.

 “Su Hanım Huan Hua Sarayı’nda Yaşlı Saray Ustası tarafından zorla tutuluyordu. İnatçıydı ve emirleri uymayı reddediyordu, seni düzinelerce bastırıcı efsunun yerleştirildiği tuzak alana getirmek gibi bir isteği yoktu. Yaşlı Saray Ustası onun hamile olduğunu ancak onu Su Hapishanesi’ne hüküm sürdürdüğünde fark etmişti. Düşük yapmaya zorlamanın hayatını tehlikeye atacağından korkuyordu, Su Hanım da ne pahasına olursa olsun dayanıyordu. O nedenle Yaşlı Saray Ustası ona iblis ırkı için zehirli olan bir zehri tasta verip içtiği takdirde seni görebilmesi için bırakacağını söylemişti.

 “Su Hanım Yaşlı Saray Ustası’nın ilacını içip yalnız başına yollanmıştı. Fakat Yaşlı Saray Ustası’nın tuzak bölgesini ikinizin buluştuğu Bailu Dağı’na çektiğini bilmiyordu.”

Tianlang-Jun mahvolmuş bedeni içerisinde başını kaldırmaya uğraşıyordu. Dudağındaki kan lekeleri hâlâ tazeydi, şaşkınlık içindeydi, gerçekten kelimelerle tarif edilemeyecek şekilde acınası görünüyordu.

 “Bu yaşlı keşiş Su Hanım’la Bailu Dağı’na giderken karşılaştı. O esnada ilacı içeli daha çok olmamıştı, bütün bedeni kanla kaplıydı, her adımında kırmızı lekeler bırakıyordu. Biraz açıklamasını dinledikten sonra onu kandırmasına dayanamadım. Tianlang-Jun’un çoktan dönmemek üzere hapsedildiğini gerçeğini söylediğimde sonunda Shifu’sunun söylediği her şeyin büyük bir yalandan ibaret olduğunu anlamıştı. Yalnız yer değil, zaman da öyleydi!

 “İsteğine göre bu yaşlı keşiş onu koruyup devriye gezen Huan Hua Sarayı müritlerden kaçmasında yardımcı olup Luochuan Nehri’nin üst kısımlarına ulaşması için yolladı. O zamandan itibaren nerede olduğu hakkında en ufak bir fikrim yok.”

 “Tianlang-Jun, belki de Su Hanım’ın tamamıyla iyi birisi olmadığı doğrudur. O üzerinde yüksek beklentiler olunan, Huan Hua Sarayı’nın varisiydi, baştan beri beklentiler en yüksekteydi. Başlangıçta sana karşı iyi bir niyeti olmayabilirdi ama nihayetinde onun kötü niyeti karşısında ya da duygularını gizleyememesinden büyülenmemiş miydin?”

 “Bu yaşlı keşiş bu meselenin bir parçası değil, bunların hiçbirinin gerçekliğini bilmiyordum. Fakat, zamanında gördüğüm ve bildiğimden yola çıkarak, o gerçekten de yıllardır onu yetiştiren shifusunun emirlerine karşı gelip Su Hapishanesi’nde o kadar işkencenin ardından bile ağzını açmamış, seni kandırıp sana zarar verilmesine karşı gelmişti- sonunda son çareyi kullanmaya kendini zorlamasaydı hangi anne bir kase zehri içerdi ki?

 “O seni bırakmadı, geri çevirmedi de, sadece başka çaresi yoktu. Bu dünyadaki kimse ona merhamet etmedi, sen yalnızca fırsatını kaçırdın, ah…”

Tianlang-Jun’un dudakları titriyor gibiydi.

Bir süre sonra, “…Öyle mi?” dedi.

Bu iki kelimeyi dillendirmesinin ardından, “Bu gerçek mi?” diye sordu.

Yüce Usta Wu Chen, “Bu yaşlı keşiş hayatının üzerine yemin ediyor ki anlattıklarımın tek bir cümlesinin dahi yarısında yanlışlık yok.” dedi.

Tianlang-Jun başını çevirip Shen Qingqiu’yla Yue Qingyuan’a baktı, onay arıyormuş gibi sordu. “Gerçek mi?”

İzleyicilerin olayın hakikatini bilip bilmediğini umursamıyordu bile, gördüğü herkese soruyordu. Yue Qingyuan ona baktı, çıt çıkarmıyordu, yavaşça başını eğip bilinmezliği düşündü. Shen Qingqiu tekrar tekrar düşünüp ardından ancak yavaşça başını olumlu anlamda salladı.

Muhtemelen Yaşlı Saray Ustası’nın en başta iftira ve incitme niyeti yoktu ama bu ikisinin gittikçe yakınlaştığını fark ettiğinde Su Xiyan’ı Tianlang-Jun’la yakınlaşması için yolladığına pişman olmaya başlamıştı.

Su Xiyan durumun kontrolünü yitirip gerçekten tüm kalbiyle Tianlang-Jun’a âşık olmuş, hatta Luo Binghe bile olmuştu, bu bardağı taşıran son damlaydı. Sonrasında Yaşlı Saray Ustası olmayan kanıtlar yaratıp eksik ölçüde olay dizisi işleyerek Tianlang-Jun’u doğrudan Üç Âlem’i yıkmak için can atan özel bir iblis rolüne sokuvermişti.

Ve yıllarca birçok insanı açıkça harap etmişti.

Tianlang-Jun aniden tüm gücünü kaybetmiş gibi tekrardan yere yığıldı.

İç çekti. “Pekâlâ. En azından berbat olmayan bir şey varmış.”

Birkaç kar tanesi kirpiklerine kondu, kıpraştıkça titriyordu. Yüzünü donatan şeyin kar tanesi mi yoksa düşmeyen gözyaşları mı olup olmadığını anlayamıyordu.

Shen Qingqiu dönüp Luo Binghe’ya baktı. Baştan sona dinlemişti ama anlaşılan o ki diyecek hiçbir şeyi yoktu, hatta kendi kendine kıkırdıyordu bile.

Tüm bunları açıkladıktan sonra Tianlang-Jun’un yüreğinde düğümlenmiş acı çözülüvermişti. Ama Luo Binghe’ya gelince onun zalimlik seviyesi bir gıdım bile azalmamıştı.

Bunun tek sebebi anne babasının onu reddetmesinden, bırakmasına dönmesiydi.

Önceki gibi reddedilen kişi olmuştu.

Xin Mo kılıcından durmaksızın mor siyah enerji akıntısı çıkıyor, savaşın sesi belirginleştikçe belirginleşiyordu. Anlaşılan o ki Maigu Tepesi’nin buz tutmuş Luochuan’ın yüzeyine inişi devam ediyordu, aralarında belirsiz bir mesafe kalmıştı. Yue Qingyuan Xin Mo kılıcının sokulduğu yarığın olduğu duvara birkaç adım yaklaştı. Shen Qingqiu, “İşler çoktan bu hâle geldi bile. Tianlang-Jun, geri çekilmelisin.” dedi.

Şu anda çekilirse hâlâ çok geç olmazdı. Fakat Tianlang-Jun Xin Mo kılıcına şeytanî enerji yollamaya devam ediyordu, birleşimi durdurmanın tek yolu gerçekten de onu öldürmekti. Nasıl söylenir, Shen Qingqiu Tianlang-Jun’un gerçekten ölmesini özellikle istemiyordu. Sonuçta bu durumdayken aşkı hakkında konuşmak bile gerçekten yeterince trajikti. Bir de hayatını alırlarsa… bu kadar acınası bir BOSS’u nerede bulabilirsiniz ki?!

Fakat Tianlang-Jun aniden kahkaha atıverdi.

Kahkaha mağaradan dağın tepesine kadar yankılandı. Bu durumu çok komik bulmuş olacaktı ki başını kaldırıp, “Tepe Lordu Shen, nasıl olduğuma bak- Zhuzhi-Lang’i insan hâlinde bile tutamıyorum.” dedi.

O esnada Shen Qingqiu bunun henüz ne demek olduğunu tam anlamlandıramamıştı, yalnızca yüreğinin hafifçe ürperdiğini hissetmişti.

Tianlang-Jun ağır ağır, “Sizinle uzun zamandır dövüşüyorum, bu bedenin aldığı hasar az denilemez vaziyette. Düşünsene, bunca zaman Xin Mo kılıcına şeytanî enerjiyi sağlayan kim olabilir, sence kim?” dedi.

Kelimeler hızlı ya da yavaş söylenmemişti ama Shen Qingqiu’nun kulağından girdiklerinde cümleler kelime kelimeye dönüşmüştü. Algıladığında boynu buz tutmuş bir yarıktan düşüyormuş gibi gitgide kasılmıştı.

 “Doğrusu, bunu geri çekilmesi gereken kişiye söylemelisin. Hepsi bu, ben o kişi değilim.”

 *****


Önceki Bölüm  ― Sonraki Bölüm

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder