27 Ağustos 2021 Cuma

THE SCUM VILLAIN'S SELF-SAVING SYSTEM - BÖLÜM 79: ÖNEMLİ EŞYA (+18)

 Maigu Tepesi’nin içi tamamıyla darmaduman olana değin göçmüştü. Aslında, her yöne uzanan yüzlerce, binlerce birbiriyle bağlantılı mağaralar vardı fakat şu anda yarısı sarsıntı sebebiyle çökmüştü. Köşe bucak düşmüş taşlarla tıkanmıştı.          

Shen Qingqiu ilerlerken onlarla mücadele ediyordu.

Aniden, devasa kavislenmiş taşlar arasından hafif bir şeytanî enerji yayıldı.

Shen Qingqiu bilinçsizce, “Luo Binghe?” diye bağırdı.

O Luo Binghe olamazdı- Yue Qingyuan’ın mührüyle hareketsiz hâle getirilip altında kalmıştı, değil mi?

Oraya atlayarak en üstteki taşlardan oluşan katmanı kaldırarak altından hasar almış yeşil pulları ortaya çıkardı. Büyük ve küçük taşlar bu yeşil pulların her bir hafif hareketinde aşağıya yuvarlanıyorlardı.

Zhuzhi-Lang’in yılan şekli küçük, geçirimsiz bir katman gibi ortasında hasar almamış şekilde uzanan Tianlang-Jun’un çevresini koruyucu bir kale gibi çevrelemişti.

Tianlang-Jun’un bedenindeki parçalanmalar gittikçe daha da şiddetleniyordu. Başı her an yerinden kopabilirmiş gibi görünüyordu. Gözlerini açıp Shen Qingqiu’ya baktı, onu selamlayacak hâle dahi sahipti. “Tepe Lordu Shen.”

Shen Qingqiu, “Nasılsınız?” diye sordu.

Tianlang-Jun, “Alışkınım ben, ama…Zhuzhi-Lang pek iyi değil.” diye yanıtladı.

Gerçekten de hiç iyi bir durumda değildi.

Eskiden bir çift fener gibi ışıl ışıl parıldayan iri, sarı göz bebeklerindeki ışıltı sönmeye başlamıştı; buna rağmen hâlâ içinde bir canlılık barındırıyorlardı. Bedenindeki birçok yeşil pul düşmüş ve bedeni parça parça kırmızı ve siyahla kaplanmıştı; bedeni yaralar içerisindeydi.

Shen Qingqiu kuyruğunu sıkıştıran kaya parçasını ittirmekte yardımcı olduktan sonra hâlâ bedenine saplı duran Zheng Yang’ı buldu. Elini uzatıp kılıcın kabzasını kavrayarak dışarıya çekti. Kan kaybından oluşan hasar iblislerde önemsizdi; aksine, Zheng Yang bedeninde saplı kalıp ruhanî enerji yayarak daha bile ciddi hasar veriyordu.

Tianlang-Jun, “Tepe Lordu Shen ona ilgi göstermekte pek ilgisiz değil miydi?” dedi.

Shen Qingqiu, “Ona ilgi göstermediğimi kim söylemiş? Sadece bazen iletişimde bozukluklar oluyordu. O… o nasıl?”

Tianlang-Jun harap olmuş kolundan kalanı üçgen yılan başını patpatlamakta kullandı. Cevap vermek yerine soruyla karşılık verdi. “Sonraki planın ne?”

Shen Qingqiu, “Elbette kılıcı yok etmek.” dedi.

Tianlang-Jun, “Xin Mo çoktan Luo Binghe’nın zihnini yiyip bitirdi, şimdi onunla bir hâlde. Kılıcı yok etmek onu öldürmekle aynı şey değil mi?” dedi.

Shen Qingqiu kararlı bir şekilde, “O hâlde başka bir yol düşüneceğim.” dedi.

Tianlang-Jun, “İki âlemin birleşmesini önlemek için çok geç olsa bile mi?” diye sordu.

Shen Qingqiu nefesi içine çekerek sabırsızlıkla, “…Öyle olsun bakalım! Elimden geleni yapacağım. Gerisini zamanı geldiğinde konuşuruz.” dedi.

Sonunda, Tianlang-Jun tekrardan gülmüştü. “Tepe Lordu Shen, gerçekten tuhaf birisin. İnsanlarla konuşurken hiçbir his barındırmadığını iddia ediyorsun ama barındırıyorsun. Zhuzhi-Lang’e karşı hareketlerin fazlasıyla gerçek, hele ki oğluma karşı olanlar daha da fazla.” dedi.

Tekrardan iç çekip “Tahmin ettiğim gibi, hâlâ insanlardan nefret edemiyorum.” diye sızlandı.

Gerçekten, ne kadar tuhaf olursam olayım, konu tuhaf olmak olduğunda her türlü çok kolay bir şekilde kazanıyorsun. Shen Qingqiu konuşmayı sürdürmek yerine, “Luo Binghe nerede? Onu gördün mü?” diye sordu.

Tianlang-Jun merakla, “Tepe Lordu Shen’in bildiğini sanıyordum? Her zaman arkanda değil miydi?” diye sordu.

Shen Qingqiu’nun gözleri anında genişleyiverdi. Tüyleri diken diken olmuş bir şekilde yavaşça başını arkaya çevirdi.

Gerçekten de Luo Binghe sabit bir şekilde onun sırtına bakarak arkasında duruyordu.

Tam olarak ne zamandan beri orada durduğunu Tanrı bilirdi. Ya da, başka bir deyişle, ne zamandan beri Shen Qingqiu’nun peşine takıldığını…

Luo Binghe gülümseyerek, “Shizun, kılıcı bana verin.” dedi.

Shen Qingqiu sakinliğini koruyarak Xin Mo’yu kaldırıp, “Gelip alabilirsin.” dedi.

Luo Binghe ona doğru bir adım atıp anında, tam orada duruverdi. Dudaklarının kenarı seğirip omuzları sarsıldı.

Shen Qingqiu önündeki kılıcı yükseltip, “Sorun ne?” diye sordu.

Luo Binghe dişlerini sıkarak, “…Def ol.” diye tısladı.

Shen Qingqiu tepki veremeden önce Luo Binghe bir eliyle şakağına bastırıp diğeriyle şiddetli bir şekilde yumruğunu savurarak, “Hepiniz, def olun! Onu rahatsız etmeyin. Toz olun!!!” diye bağırdı.

Bu ona ithafen değildi, darbesini de ona geçirmemişti ama Shen Qingqiu’nun dibinden geçerek mağaranın çöküntülerle dolmuş duvarını parçalamıştı.

Tianlang-Jun yardımsever bir şekilde, “Xin Mo’nun halüsinasyonları.” diye ifade etti.

Fazla söze gerek yoktu, Shen Qingqiu’nun kendisi de bunu aşağı yukarı idrak edebilirdi. Luo Binghe bariz bir şekilde diğerlerinin göremediği bir şeyler görüyordu. Çıldırmış bir şekilde ellerinde hem ruhanî enerji hem de şeytanî enerjiyle sağa sola geçiriyor, hiç var olmayan düşmanlarıyla dövüşmeye odaklanıyordu. Dağ tekrardan sarsıldı, taşlar yığın olarak düşüverdiler. Shen Qingqiu kenardaki iki adama bir bakış attı; yaşlı ve zayıf, hasta ve sakat diye mükemmel bir şekilde tanımlanabilirlerdi. “Binghe, buraya gel!” diye bağırdı.

Luo Binghe ifadeden yoksun bir yüze sahipti; yine de hâlâ fazlasıyla itaatkârdı, beklenildiği gibi yanına geldi.

Başı çeken kişi rüzgâr gibi hızlı hareket ederken ardından takip edense başıboş dolanan bir ruh gibiydi, yine de hızına yetişmiş ve bir kez bile olsun geride kalmamıştı. Tam o esnada, sistem hatırlatma yaptı: Luo Binghe’nın Hiddet Puanı 300. Xin Mo sebebiyle 10’la çarpılıyor, mevcut değer 3000.

Shen Qingqiu, “Önemli eşya nerede? Onu çabucak getiremez misin?! Yeşim Guanyin! Yeşim kolye! Çabucak çıkar onu!” diye bağırdı.

Sistem: Merhaba, önemli eşyayı çıkartma şu anda yükleniyor. Şu anda önerilen şey diğer şeyleri kullanmanızdır.

Shen Qingqiu, “Yüklemeni-! Diğer şeyler ne, göster bana!” dedi.

Sistem: Dostane Hatırlatma: Önceden almış olduğunuz Küçük Senaryo İlerletici Lüks Versiyon Paketi hâlâ kullanılmadı.

Shen Qingqiu birdenbire durakladı.

Doğruyu söylemek gerekirse “Küçük Senaryo İlerletici”nin ne bok olduğunu ve ne işe yaradığını henüz anlayabilmiş değildi. Fakat bir kere kullandığındaki deneyimine göre karara varacaksa eğer, görünüşe göre- fazlasıyla kullanışlıydı!

Shen Qingqiu dişlerini gıcırdatarak, “…Sürdür!” dedi.

Lüks Versiyonu’nun neden yapıldığını göster bana. Gönder gelsin!

Onaylama tuşuna henüz basmıştı ki altındaki zemin tekrardan yıkılıverdi.

Aşağıya düşerken Shen Qingqiu yalnızca tek bir şeyi düşünebilmişti: ne büyük düzenbazlık böyle, fazla “ilerletici”ymiş- seni lanet buldozer!

 (Dikkat: Haşin “ikili efsun”, nam-ı diğer “papapa” sahnesi geliyor)

 

Takılıp kısa süreliğine kaymıştı, üzerindeki taşlar yağarcasına aşağıya geliyorlardı. Yine de düşen taşların tek bir parçası dahi ona gelmemişti.

Birisi darbeleri onun yerine almıştı.

Luo Binghe çılgına dönmüştü, zihni bulanıktı ve buna rağmen başı sıkıştığında bile hâlâ düşünmeden kendini taş parçalarına siper ediyordu.

Elinin tersiyle bir kere geçirmesiyle sırtını ezen iri bir kaya parçasını fırlatıverdi. Taşların yapmış olduğu baskıdan bi’haber bir şekilde başını eğerek boş gözlerle Shen Qingqiu’ya bakıyordu; gözlerine kısa bir anlığına canlılık gelmişti ki kırpmasıyla birlikte anında yerini tekrardan buğuluğa bırakmıştı.

Alnındaki koyu kırmızı işaret kar beyaz yüzünü kaplayacak şekilde genişliyordu, boynundan dahi aşağıya ilerliyordu. Kenara düşen Xin Mo siyahla karışık mor, sisli enerji işaretle birmişçesine aynı anda parıldayıp hafifçe sönüyordu.

Luo Binghe, “Shizun…?” diye mırıldandı.

Shen Qingqiu doğrulayıcı bir “mhm.”la yanıt verdi. Luo Binghe’nın alnından akan taze kan gözüne iliştiğinde sesi birazcık titremişti.

Luo Binghe, “Shizun, gerçekten siz misiniz?” diye sordu.

“……mhm.”

Luo Binghe, “Bu şu anda gerçekten oluyor mu? Daha evvel onlarla gitmiştiniz, değil mi? Sizi görmüştüm.” dedi.

Shen Qingqiu, “Bir yere gitmiyorum.” diye yanıtladı.

Luo Binghe yavaşça öne eğildi, yüzündeki çatlaklar boynuna değin ilerlemişti. “Shizun, yaralandım. Başım acıyor.” diye fısıldadı.

Konuşma şekli sızlanan şımarık bir çocuk gibi olsa da gerçekten ama gerçekten yaralanmış gibi görünüyordu. Shen Qingqiu yavaşça ellerini uzatıp onun omzunun arkasına doğru yerleştirdi. Yavaşça patpatlayarak bir çocuğu yatıştırırmış gibi tatlı tatlı konuştu. “Uslu ol. Yakında acısı geçecek.”

Luo Binghe, “Uslu olursam yakında acısı geçecek, Shizun da beni bir daha hiç yalnız bırakmayacak mı?” diye sordu.

Shen Qingqiu, “Acı çok yakında dinecek.” dedi.

Luo Binghe kısık sesle, “İnanmıyorum.” dedi.

Aniden hiddetlenerek “İnanmıyorum! İnanmıyorum!” diye bağırmaya başladı.

Tekrardan delirmiş gibi davranmaya başladığını fark ettiğinde Shen Qingqiu omuzlarından kavrayarak cesurca bedeninin üst kısmını doğrultup başını kaldırdı.

Açıda bir sıkıntı vardı. Dişleri birbirlerine çarpıştığında acıtmıştı. Dudakları kapanmış bir şekildeyken serseme dönmüş gözleri hâlâ irice açıktı. İlk bir gözlerini kırpıştırmış, sonra yine kırpıştırmıştı.

Shen Qingqiu’nun gözleri de iricene açıktı. Birbirlerine iri iri açık gözlerle bakıyor oluşları, içinde son derece tuhaf bir his oluşturmuştu.

Birbirlerine bir süre baktıktan sonra hiçbiri gözlerini kapatmaya kalkışmamıştı. O nedenle de pes ederek gözlerini ilk kapatan o oldu. Kirpikleri titreşti, öpücükleri derinleşti.

Dürüst olmak gerekirse, böyle bir çarpışmayla, dişleri ve dudakları hâlâ o kadar acıyordu ki uyuşmuşlardı, buna öpüşme denemezdi; ancak kemirme denilebilirdi.

Fakat, bariz bir şekilde, Luo Binghe Shen Qingqiu’nun dudaklarını şeker yiyormuşçasına kemirmekten gayet memnundu. Solukları gittikçe daha da hızlanıyordu, aniden Shen Qingqiu’yu ittirerek yere bastırdı.

Cart sesiyle birlikte Shen Qingqiu’nun dış cübbesini parçalara ayırıverdi.

Geriye kalan kıyafetlerini Shen Qingqiu bizzat kendi parçaladı. Parçalama esnasında pantolonu dizlerine kadar sıyrılmıştı, geriye kalan tek şey bedeninin üst kısmını gevşek bir şekilde örten içliğiydi; yumuşak, yuvarlak omuzlarından sıyrılmıştı.

Luo Binghe yakasına doğru uzanıp elini içeriye kaydırarak okşamaya başladı.

Baştan aşağıya yanıyordu, Kutsal Anıt Mezar’dakinden bile beter hâldeydi. Eli Shen Qingqiu’nun cildini sertçe yoğuruyordu.

Ateşli, yaralanmış ve kızışmıştı.

Shen Qingqiu olacakları biliyordu. Kararını çoktan vermişti ve hazırdı. İsteyerek bedenini çevirip sırtını Luo Binghe’ya döndürmüştü.

Daha önce bu tarz bir şeyde tecrübesi olmasa bile ilk seferde arkadan girmenin daha kolay olduğunu duymuştu. Bu pozisyonun biraz utanç verici olduğunu düşünse de üzerinde çok da durmadı. Aslında Luo Binghe’nın daha rahat etmesini sağlamak istemişti fakat yüzsüzlükle gerisin geri çevrileceğini kim bilebilirdi ki?

Luo Binghe kendini bacaklarının arasında konumlayarak dikkatlice yüzüne baktı. Aralarında yalnızca birkaç santimcik vardı, soluklarının sıcaklığı birbirine karışıyordu.

Ateş gibi yanan bir şey aşağı kısmının kuru girişine yaslandı, çapı birazcık korkutucuydu, şeyinin topları kan toplamış gibiydi.

Ucunun biraz nemli olmasından dolayı dar giriş birazını içine alabilmişti.

Luo Binghe anında yüklenmemişti. Şaşkınlık içerisindeydi, buna rağmen Shen Qingqiu’nun yüzüne inatla sabit bir şekilde bakmayı sürdürürken hafiften hafiften yanaklarına küçük, nazik öpücükler kondurdu. Shen Qingqiu ilk başta kasılmıştı fakat bu bilinçsiz hareketten ötürü biraz olsun gevşemişti.

Çok erken gevşemişti.

Shen Qingqiu sonunda diri diri ortadan ikiye ayrılmanın nasıl bir şey olduğunu tecrübelemişti.

Acıdan aklını yitirecekti, bacaklarını geriye çekip çekip tekmeleri savuruyordu. Luo Binghe belini kavrayıp kendine doğru çekti; eti, sırtını sert taşlara sürtmekten cildi tahriş olmuş ve sızlamaktaydı.

O anki acının şiddeti Shen Qingqiu’nun beynini durdurmuştu.

Sudan çıkmış balık gibi şiddetli bir şekilde titriyordu. Titredikçe Luo Binghe daha da duygusal olarak dengesizleşiyordu; gözleri kızarmış, soluğu düzensizleşmişti, aklı buğulanmıştı… tek düşünebildiği şey Shen Qingqiu’yu tutup sonuna kadar itmekti!

Ucunun, uzun gövdesiyle birleşen, en kalın kısmı çoktan içine gömülmüş, iç organlarına sertçe bastırıyordu. Shen Qingqiu elini Luo Binghe’nın göğsüne yaslamıştı fakat beli aşağıya doğru çekiliyordu, bacakları kendi göğsüne yaslanmıştı ve kalçaları o kadar havadaydı ki bağırsak duvarının olduğu gibi gerilmesini engelleyemiyordu.

Çığlığını yutup olabildiğince gevşemek için bacaklarını yanlara doğru açarak Luo Binghe’nın en derinliklerine kadar girmesine izin verdi.

Derinlerine gömüldüğünde onu adeta diri diri kayaya mıhlayıp çiviler gibi yarıyordu. Luo Binghe sonunda biraz güven hissetmiş olacaktı ki Shen Qingqiu’yu öpmek için saçlarından kavrayarak kaldırdı.

Başının ağrısına göz yumulabilirdi ama pozisyon değiştirmek Shen Qingqiu’ya iç organları yer değiştirmiş gibi dehşet verici bir yanılsama yaratmıştı, giriş kısmı kontrol edilemez bir şekilde açılıp kapanıyordu. Bundan bi’haber şekilde Luo Binghe kendini zaptetme tenezzülü göstermemişti. Canlanmış hissederek merhametsiz bir şekilde git-gellerle saplamaya başladı.

Hareketleri hızlı ve vahşiydi. Birbirini izleyen hızlı, farklı derinliklerde yüzlerce vuruşunun ardından Luo Binghe sonunda engellenmeden aralıksız bir şekilde içine girebilmeye başlamıştı.

Papapa sesi sulu, şlap sesi ve kulaklarındaki bitmek bilmeyen çınlamayla karışıyordu.

Shen Qingqiu’nun gözleri yaşlarla doldu.

Acıyor.

Oğlum, bu acıtıyor.

Acıyla titriyordu fakat bu esnada yapması gereken şeyi de unutmamıştı. Ruhanî enerjisini ona geçirerek Luo Binghe’nın içindeki çalkantılı şeytanî enerjiyi kendi vücuduna geçirdi.

Bu yöntem son derece aptalcaydı fakat oldukça etkiliydi de. Xin Mo’nun şeytanî enerji kaynağı Luo Binghe’ydı, kendi enerjisini bölüp bir kısmını ona verirse Maigu Tepesi’nin çökmesi hâliyle güç yetmezliğinden duracaktı.

İç duvarları acımasızca gir çık yaparak sokan şeyi çevrelerken titriyordu, hiçbir adam bu toprakları daha önceden keşfetmemişti ve sürtünme duvarlarındaki hassas etin tahriş olup şişmesine neden olmuştu. Başlangıçta giriş yalnızca zordu fakat acıyla yanma ortaya çıktıktan sonra bağırsak kasları gitgide kan ve bağırsak salgılarıyla nemlenerek birleşme kısmını yumuşatmıştı.

Karanlıkta kan kokusu havaya sinmişti. Kahredici bir hâlde bastırılan kesik kesik soluklarla tenin tenle çarpışma sesi daha bile keskin geliyordu.

Luo Binghe Shen Qingqiu’ya inatla yapışmaya fazlasıyla odaklanmış hâlde yanaklarını Shen Qingqiu’nun alnına sürttü. Adeta sadaketle mağduriyetin tasvir edilmiş hâliydi ama aynı şey aşağıya bakıldığında söylenemezdi, hemen hemen vahşi diye tanımlanabilirdi.

Shen Qingqiu o kadar sıkı sarılmıştı ki güçlükle nefes alabiliyordu. Sağ elinin parmakları öyle kandan çekilmişti ki taş zemini kazmıştı adeta. Soluklanmayı bile birkaç kez soluğu düğümlenip kaldıktan sonra ancak yapabiliyordu.

Artık kaldıramıyordu.

Artık gerçekten kaldıramıyordu.

Başının hafifleyip görüşünün karardığını hissettiği gibi loş, beyaz bir ışık gelip geçti.

Canlı, temiz bir “ding” sesiyle Shen Qingqiu’nun çıplak omuzlarına indi.

Luo Binghe temkinliydi, bakmak için bakışlarını yukarıya kaydırdığında o birkaç saniye içerisinde kısa bir anlığına kendinden geçmişti.

Ardından göz bebekleri büzüşüverdi. Önceden bulanık olan görüntüler yavaş yavaş birleşirlerken görüntü daha da net bir hâle geliyordu.

Yavaşça başını eğdi, yüzünün rengi atmıştı.

Shen Qingqiu onun altında yatıyordu. Kıyafetleri tamamıyla yırtılmıştı. Bacakları titriyordu ve kapanamıyordu. Gözleri son derece kırmızı bir hâldeydi. Her an son nefesini verecekmiş gibi görünüyordu.

Luo Binghe ona dokunmak için elini uzattı fakat soğuk ayağını tuttuğundan eli havada kalıverdi. “…Shi…zun…?” diye mırıldandı.

Luo Binghe’nın nihayet ona her zamanki şekilde “Shizun” diye seslendiğini işittiğinde Shen Qingqiu adeta dirilmiş gibi görünerek güçlükle soluklandı. Yalnızca aldığı soluk öyle güç belaydı ki soluktan çok hıçkırma gibi çıkmıştı.

Luo Binghe sersemlemişti. “Shizun… ben… Ne yaptım ben?”

Shen Qingqiu aslında boğazını temizlemek, havayı rahatlatmak ve “Shizun’u yapmaktan başka hiçbir şey yapmadın, hepsi bu.” demek istiyordu. Sonuç olarak boğazını temizlemeyi başaramamış, onun yerine ağız dolusu kan öksürmüştü.

İkisinin de ağız dolusu kandan dolayı ödleri kopmuştu.

Shen Qingqiu henüz gözyaşı dökememişti bile ki Luo Binghe kendini kaybetti. Gözyaşları Shen Qingqiu’nun çenesine damlayıp oradan yüz çizgilerine değin süzülüyordu.

Shen Qingqiu bir kadını ağlatmaktan korkardı fakat şu anda en çok korktuğu şey Luo Binghe’nın ağlamasıydı. Arka kısmındaki acıyı görmezden gelerek Luo Binghe’nın yüzünü silip bir çocuğu tatlı dille kandırır gibi onu avuttu. “Ağlamasana.”

Luo Binghe’nın gözyaşları kopmuş ipten dökülen boncuklar gibi omuzlarına süzülüyordu. Ne yapacağını bilemez hâlde Shen Qingqiu’ya sarılıp hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. “Shizun, benden nefret etme… Bilmiyordum… Size zarar vermek istemedim… Niçin beni itmediniz, niçin beni öldürmediniz?”

Shen Qingqiu sırtını düzensiz bir şekilde patpatladı. “Bu usta anlıyor. Bu usta razıydı.”

Ona dil dökerken sonsuz bir keder hissetmişti.

Bakirliği giden kişi benim, tamam mı? Niçin bakirliğini alan kişi ondan daha fazla ağlıyordu? Niçin sikilen kişi yine dönüp dolaşıp onu siken kişiyi rahatlatmak zorundaydı?

Bir huzur ver! Bekareti giden Luo Binghe’nın gönlünü almak bekareti giden genç bir kızın gönlünü almaktan bile daha zordu!

Shen Qingqiu uysal bir şekilde, “Öyleyse… ilk bir çık…” dedi.

Luo Binghe’nın gözyaşları hâlâ kirpiklerinde tutunuyordu. Her şeye rağmen mahcubiyet içerisinde ya da daha tam olarak rahatlayamadığından dolayı olacak ki yavaş yavaş geri çekildi.

Shen Qingqiu’nun bacaklarının arasındaki korkunç görüntüye şaşkın şaşkın bakıyor, yüzünün rengi gitgide iyice atıyordu. Yine de dikkatlice Shen Qingqiu’nun içliğini düzeltip kendi dış cübbesini onun bedenine sardı.

Shen Qingqiu’nun da bedeninin alt kısmına bakmaya cesareti yoktu. Çok yavaşça bacaklarını kapattı. Yaptığı gibi yüzündeki kaslar hafifçe seğirdi. Yüzündeki acıyı gizleyebilmek için elinden geleni yaptı.

Luo Binghe’nın bakışını ve ilgisini başka yöne çevirmek için Shen Qingqiu bir eliyle yandan Yeşim Guanyin’i almak için uzanıp Luo Binghe’nın başını eğmesi için el hareketi yaptı.

Luo Binghe, “Onun… onun çok önceden kaybolduğunu sanmıştım… Onu bir daha hiç göremeyeceğimi sanmıştım…” diye kekeledi.

Shen Qingqiu kırmızı ipi boynuna dolamasına yardım edip, “Bundan böyle güvende tut. Bir daha kaybetme.” dedi.

Luo Binghe tereddüt ederek, “O zaman zor durumda beni kurtaran kişi Shizun’du. O zamandan beri… Shizun bunu hep yanında taşımış olabilir mi?” diye sordu.

Daima sistemin deposunda duruyordu, hep yanında olduğunu söylemesi pek de yanlış olmazdı. Bu düşünceyle Shen Qingqiu hafifçe başını olumlu anlamda salladı.

Luo Binghe’nın çevresindeki elleri daha sıkı bir hâl aldı. Ağlarken aniden kolundaki desenlerin hızla kaybolduğunu fark etmişti. Deli gibi yanan alnıyla yanakları da hızla soğuyordu.

Hayretler içerisinde, “Ne yapıyorsunuz?” diye sordu.

Shen Qingqiu onu sıkı sıkıya sarmaladı, Luo Binghe’yı kollarının arasında sıkıştırıyordu ki hareket edemesindi. “Hiçbir şey. Sana söyledim, yakında acısı geçecek. Uslu ol ve hareket etme.” diye mırıldandı.

Luo Binghe’nın sesi soruyu dillendirirken çatladı. “Shizun, Xin Mo’nun şeytanî enerjisini uzaklaştırmak için son seferki gibi kendi bedeninizi mi kullanacaksınız?”

 “Son seferki” derken kast ettiği zaman Shen Qingqiu’nun kendini feda ettiği zamandı. O olay şüphesiz bir şekilde onu olağanüstü bir hüzünle çevreletmişti. Shen Qingqiu, “Bu sefer o zamankinden farklı.” diye yanıtladı.

Luo Binghe yumruklarını sıkıp titreyen bir sesle konuştu. “Nasıl farklı? Shizun, niçin bana böyle davranıyorsunuz? Diğerleri için yine aynı şeyi yapacak kadar ileriye dahi gidersiniz! Yine… gözlerimin önünde bunun olmasına katlanabileceğimi mi düşünüyorsunuz? Uzun zaman önce anlamalıydım, kimse beni ne seçecek ne beni terk edecek ne de gidecek…”

Shen Qingqiu sert bir şekilde, “Luo Binghe, beni dinle!” dedi.

Beklenildiği gibi, Luo Binghe onu gözleri yaşlı, itaatkâr bir şekilde dinliyordu.

Shen Qingqiu, “Su Xiyan seni doğurmak için hayatını riske attı. Luo Binghe, ah Luo Binghe; bir düşünsene, Yaşlı Saray Ustası gibi birisi sence müridine iyi niyetle ilaçlar verir mi?”

 “O şeyin kesinlikle iblisler üzerinde ölümcül bir şey olması lazım. Gerçekten de vicdanını yitirip kaderine göz yumarak ilacı içseydi ölmesen bile nasıl sapasağlam büyüyebilirdin ki?” dedi.

Luo Binghe’nın omuzları titredi. Shen Qingqiu her bir kelimeyi bastırarak devam etti. “Ben onun yerinde olsaydım ne kadar ölümcül olursa olsun tereddüt etmeksizin içer, sonrasında, su hapishanesinden kaçmanın ardından kendi bedenimden tamamını çıkartırdım. Ne kadar acı verici ya da korkutucu bir yöntem olursa olsun, ne pahasına olursa olsun, ne kadar acılı bir ölüm olursa olsun bu çocuğun hiçbir şekilde acı çekmesine izin vermezdim.”

 “Ben böyle anladım. Bunu açıklama olarak alabilirsin çünkü kimse Su Xiyan’ın son nefesini vermeden önce ne düşündüğünü sana söyleyemez fakat gerçekten de seni kara bir leke olarak görseydi dahasını yapmasına gerek yoktu da. Yalnızca seni yılın en soğuk zamanlarında Luo Nehri’ne, haşin ve dondurucu tabiata bırakır, olur biterdi- nasıl kurtulabilirdin ki?”

 “Ya da Huan Hua Sarayı’ndaki baş mürit konumundan, vadedilen gelecekten ve tüm o şandan, vazgeçmeyi istememiştir ve Yaşlı Saray Ustası’nın gönderdiği her bir zehri içmeye devam etmiştir, ne onu takip eden Huan Hua Sarayı’nın müritlerinden acınacak hâlde saklanıp kaçmasına gerek olur ne de dış cübbesini çıkartıp tek başına seni izbe bir kayıkta doğurduğunda sana sarmalamaz, son gücünü kullanıp seni tahta bir leğene koyup emniyetin için yollamaz da… Sonun Luo Nehri’nde donarak geldiğinden ve çoktan başıboş dolanan bir ruh olduğundan seni kurtaracak birisini de beklemene gerek olmaz.”

 “Şimdiyse buradasın, yaşıyorsun, nasıl olur da diğerlerinin sözüne takılıp annenin gerçekten de seni istemeyecek kadar o denli soğukkanlı ve acımasız olduğuna inanırsın?”

Tek nefeste diyeceğini dedikten sonra Shen Qingqiu boğulduğunu hissetmesiyle birlikte uzuvlarından kemiklerine kadar rastgele dolaşan şeytanî enerjiyi hissetti.

“Xin Mo’nun kötücül enerjisinin şiddetlenmesi başka birisinden ya da bir şeyden ötürü değil, tamamıyla senden ötürü.”

 “Benim… Xin Mo’nun pençesine düşen, aklını ömrü boyunca sürekli hayallerin musallat olacağı kadar yitirmiş bir Luo Binghe görme gibi bir gayem yok.

 “Bu ustanın senden tek beklediği şey senin sağ, aklı başında ve güçlü olman.”

Sonrasını fısıldayarak sürdürdü. “O nedenle, kimsenin seni istemediğini ya da kimsenin seni asla seçmeyeceğini söylemeyi bırak.”

Luo Binghe yanına çökmüştü. Göz kapakları daha fazla gözyaşlarının ağırlığını kaldıramadığından özgürce düşmelerine izin verdi, çok fazla haksızlığa uğramış bir çocuk gibiydi.

Başından beri yalnızca bir çocuktu o. Bu dünyada tek başına yürümüş, kederleri atlatmış, sayısız defa düşmüştü. Hiçbir zaman daha fazlasını istememişti ve buna rağmen asla istediği hiçbir şeyi parmaklarının arasında tutamamıştı. Eğer bunu bilseydi, diye düşündü Shen Qingqiu, o zaman kesinlikle… kesinlikle…

Fakat, daha önce de dendiği gibi, bu dünyada “bilseydim” gibi şeyler yoktu.

Aniden Luo Binghe kahkahayı koyuverdi. Bir eliyle Shen Qingqiu’nun elini tutarak yüzüne yaslarken diğer eliyle yerdeki Xin Mo’yu almıştı.

Kılıcın fırıl fırıl dönen mor ışıkla çevrelenmiş ağzı tiz bir çığlık gibi inilti çıkartıyordu. Bir şeyin parçalara ayrılma sesi kulaklarında yankılandı.

 “Shizun, bunları niçin dediğini biliyorum.”

Luo Binghe ona dikkatle bakarken dudaklarının kenarı yukarıya doğru kıvrıldı.

 “Yalnız; Shizun, yani bu dünyada bana tek umut bağlayan kişi, hayatını kaybederse… benim sağ, aklı başında ve güçlü olmamın ne anlamı var ki?”

Anlaşılan Luo Binghe’dan gelen sıcaklık ona yayılıyordu. Shen Qingqiu başının hafifçe döndüğünü hissetti.

Sersemleme hâlindeyken Luo Binghe’nın kılıcı yok etme yönündeki intihara meyilli hareketini durdurmayı geçin, Luo Binghe’nın sesini güçbela dahi duyamıyordu.

 “Birlikte ölmek” de “birlikte” demekti.

O kadar kötü değil gibiydi.

Fakat hâlâ net şekilde duyulabilen bir ses vardı-

Tebrik ederiz, çeşitli özelliklerden hedeflenen puanlara ulaştınız ve hesabınız Kıdemsiz VIP kullanıcıya yükseldi. Yardım etme işlevlerinden birisi olan “Kendini Kurtarma”yı aktive etmeyi isteyip istemediğinizi sorabilir miyim?

  *****


Önceki Bölüm  ― Sonraki Bölüm

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder