Maigu Tepesi’nin içi tamamıyla darmaduman olana değin göçmüştü. Aslında, her yöne uzanan yüzlerce, binlerce birbiriyle bağlantılı mağaralar vardı fakat şu anda yarısı sarsıntı sebebiyle çökmüştü. Köşe bucak düşmüş taşlarla tıkanmıştı.
Shen
Qingqiu ilerlerken onlarla mücadele ediyordu.
Aniden,
devasa kavislenmiş taşlar arasından hafif bir şeytanî enerji yayıldı.
Shen
Qingqiu bilinçsizce, “Luo Binghe?” diye bağırdı.
O Luo
Binghe olamazdı- Yue Qingyuan’ın mührüyle hareketsiz hâle getirilip altında kalmıştı,
değil mi?
Oraya
atlayarak en üstteki taşlardan oluşan katmanı kaldırarak altından hasar almış
yeşil pulları ortaya çıkardı. Büyük ve küçük taşlar bu yeşil pulların her bir
hafif hareketinde aşağıya yuvarlanıyorlardı.
Zhuzhi-Lang’in
yılan şekli küçük, geçirimsiz bir katman gibi ortasında hasar almamış şekilde
uzanan Tianlang-Jun’un çevresini koruyucu bir kale gibi çevrelemişti.
Tianlang-Jun’un
bedenindeki parçalanmalar gittikçe daha da şiddetleniyordu. Başı her an
yerinden kopabilirmiş gibi görünüyordu. Gözlerini açıp Shen Qingqiu’ya baktı,
onu selamlayacak hâle dahi sahipti. “Tepe Lordu Shen.”
Shen
Qingqiu, “Nasılsınız?” diye sordu.
Tianlang-Jun,
“Alışkınım ben, ama…Zhuzhi-Lang pek iyi değil.” diye yanıtladı.
Gerçekten
de hiç iyi bir durumda değildi.
Eskiden
bir çift fener gibi ışıl ışıl parıldayan iri, sarı göz bebeklerindeki ışıltı
sönmeye başlamıştı; buna rağmen hâlâ içinde bir canlılık barındırıyorlardı. Bedenindeki
birçok yeşil pul düşmüş ve bedeni parça parça kırmızı ve siyahla kaplanmıştı;
bedeni yaralar içerisindeydi.
Shen
Qingqiu kuyruğunu sıkıştıran kaya parçasını ittirmekte yardımcı olduktan sonra
hâlâ bedenine saplı duran Zheng Yang’ı buldu. Elini uzatıp kılıcın kabzasını
kavrayarak dışarıya çekti. Kan kaybından oluşan hasar iblislerde önemsizdi;
aksine, Zheng Yang bedeninde saplı kalıp ruhanî enerji yayarak daha bile ciddi
hasar veriyordu.
Tianlang-Jun,
“Tepe Lordu Shen ona ilgi göstermekte pek ilgisiz değil miydi?” dedi.
Shen
Qingqiu, “Ona ilgi göstermediğimi kim söylemiş? Sadece bazen iletişimde
bozukluklar oluyordu. O… o nasıl?”
Tianlang-Jun
harap olmuş kolundan kalanı üçgen yılan başını patpatlamakta kullandı. Cevap
vermek yerine soruyla karşılık verdi. “Sonraki planın ne?”
Shen
Qingqiu, “Elbette kılıcı yok etmek.” dedi.
Tianlang-Jun,
“Xin Mo çoktan Luo Binghe’nın zihnini yiyip bitirdi, şimdi onunla bir hâlde.
Kılıcı yok etmek onu öldürmekle aynı şey değil mi?” dedi.
Shen
Qingqiu kararlı bir şekilde, “O hâlde başka bir yol düşüneceğim.” dedi.
Tianlang-Jun,
“İki âlemin birleşmesini önlemek için çok geç olsa bile mi?” diye sordu.
Shen
Qingqiu nefesi içine çekerek sabırsızlıkla, “…Öyle olsun bakalım! Elimden
geleni yapacağım. Gerisini zamanı geldiğinde konuşuruz.” dedi.
Sonunda,
Tianlang-Jun tekrardan gülmüştü. “Tepe Lordu Shen, gerçekten tuhaf birisin.
İnsanlarla konuşurken hiçbir his barındırmadığını iddia ediyorsun ama
barındırıyorsun. Zhuzhi-Lang’e karşı hareketlerin fazlasıyla gerçek, hele ki
oğluma karşı olanlar daha da fazla.” dedi.
Tekrardan
iç çekip “Tahmin ettiğim gibi, hâlâ insanlardan nefret edemiyorum.” diye
sızlandı.
Gerçekten,
ne kadar tuhaf olursam olayım, konu tuhaf olmak olduğunda her türlü çok kolay
bir şekilde kazanıyorsun. Shen Qingqiu konuşmayı sürdürmek yerine, “Luo Binghe
nerede? Onu gördün mü?” diye sordu.
Tianlang-Jun
merakla, “Tepe Lordu Shen’in bildiğini sanıyordum? Her zaman arkanda değil
miydi?” diye sordu.
Shen
Qingqiu’nun gözleri anında genişleyiverdi. Tüyleri diken diken olmuş bir
şekilde yavaşça başını arkaya çevirdi.
Gerçekten
de Luo Binghe sabit bir şekilde onun sırtına bakarak arkasında duruyordu.
Tam
olarak ne zamandan beri orada durduğunu Tanrı bilirdi. Ya da, başka bir
deyişle, ne zamandan beri Shen Qingqiu’nun peşine takıldığını…
Luo
Binghe gülümseyerek, “Shizun, kılıcı bana verin.” dedi.
Shen
Qingqiu sakinliğini koruyarak Xin Mo’yu kaldırıp, “Gelip alabilirsin.” dedi.
Luo
Binghe ona doğru bir adım atıp anında, tam orada duruverdi. Dudaklarının kenarı
seğirip omuzları sarsıldı.
Shen
Qingqiu önündeki kılıcı yükseltip, “Sorun ne?” diye sordu.
Luo
Binghe dişlerini sıkarak, “…Def ol.” diye tısladı.
Shen
Qingqiu tepki veremeden önce Luo Binghe bir eliyle şakağına bastırıp diğeriyle
şiddetli bir şekilde yumruğunu savurarak, “Hepiniz, def olun! Onu rahatsız
etmeyin. Toz olun!!!” diye bağırdı.
Bu ona
ithafen değildi, darbesini de ona geçirmemişti ama Shen Qingqiu’nun dibinden
geçerek mağaranın çöküntülerle dolmuş duvarını parçalamıştı.
Tianlang-Jun
yardımsever bir şekilde, “Xin Mo’nun halüsinasyonları.” diye ifade etti.
Fazla
söze gerek yoktu, Shen Qingqiu’nun kendisi de bunu aşağı yukarı idrak
edebilirdi. Luo Binghe bariz bir şekilde diğerlerinin göremediği bir şeyler
görüyordu. Çıldırmış bir şekilde ellerinde hem ruhanî enerji hem de şeytanî
enerjiyle sağa sola geçiriyor, hiç var olmayan düşmanlarıyla dövüşmeye
odaklanıyordu. Dağ tekrardan sarsıldı, taşlar yığın olarak düşüverdiler. Shen
Qingqiu kenardaki iki adama bir bakış attı; yaşlı ve zayıf, hasta ve sakat diye
mükemmel bir şekilde tanımlanabilirlerdi. “Binghe, buraya gel!” diye bağırdı.
Luo
Binghe ifadeden yoksun bir yüze sahipti; yine de hâlâ fazlasıyla itaatkârdı,
beklenildiği gibi yanına geldi.
Başı
çeken kişi rüzgâr gibi hızlı hareket ederken ardından takip edense başıboş
dolanan bir ruh gibiydi, yine de hızına yetişmiş ve bir kez bile olsun geride
kalmamıştı. Tam o esnada, sistem hatırlatma yaptı: 【Luo Binghe’nın
Hiddet Puanı 300. Xin Mo sebebiyle 10’la çarpılıyor, mevcut değer 3000.】
Shen
Qingqiu, “Önemli eşya nerede? Onu çabucak getiremez misin?! Yeşim Guanyin!
Yeşim kolye! Çabucak çıkar onu!” diye bağırdı.
Sistem: 【Merhaba, önemli
eşyayı çıkartma şu anda yükleniyor. Şu anda önerilen şey diğer şeyleri
kullanmanızdır.】
Shen
Qingqiu, “Yüklemeni-! Diğer şeyler ne, göster bana!” dedi.
Sistem: 【Dostane Hatırlatma:
Önceden almış olduğunuz Küçük Senaryo İlerletici Lüks Versiyon Paketi hâlâ
kullanılmadı.】
Shen
Qingqiu birdenbire durakladı.
Doğruyu
söylemek gerekirse “Küçük Senaryo İlerletici”nin ne bok olduğunu ve ne işe
yaradığını henüz anlayabilmiş değildi. Fakat bir kere kullandığındaki
deneyimine göre karara varacaksa eğer, görünüşe göre- fazlasıyla kullanışlıydı!
Shen
Qingqiu dişlerini gıcırdatarak, “…Sürdür!” dedi.
Lüks
Versiyonu’nun neden yapıldığını göster bana. Gönder gelsin!
Onaylama
tuşuna henüz basmıştı ki altındaki zemin tekrardan yıkılıverdi.
Aşağıya
düşerken Shen Qingqiu yalnızca tek bir şeyi düşünebilmişti: ne büyük
düzenbazlık böyle, fazla “ilerletici”ymiş- seni lanet buldozer!
(Dikkat: Haşin “ikili efsun”, nam-ı diğer
“papapa” sahnesi geliyor)
Takılıp
kısa süreliğine kaymıştı, üzerindeki taşlar yağarcasına aşağıya geliyorlardı.
Yine de düşen taşların tek bir parçası dahi ona gelmemişti.
Birisi
darbeleri onun yerine almıştı.
Luo
Binghe çılgına dönmüştü, zihni bulanıktı ve buna rağmen başı sıkıştığında bile
hâlâ düşünmeden kendini taş parçalarına siper ediyordu.
Elinin
tersiyle bir kere geçirmesiyle sırtını ezen iri bir kaya parçasını
fırlatıverdi. Taşların yapmış olduğu baskıdan bi’haber bir şekilde başını eğerek
boş gözlerle Shen Qingqiu’ya bakıyordu; gözlerine kısa bir anlığına canlılık
gelmişti ki kırpmasıyla birlikte anında yerini tekrardan buğuluğa bırakmıştı.
Alnındaki
koyu kırmızı işaret kar beyaz yüzünü kaplayacak şekilde genişliyordu, boynundan
dahi aşağıya ilerliyordu. Kenara düşen Xin Mo siyahla karışık mor, sisli enerji
işaretle birmişçesine aynı anda parıldayıp hafifçe sönüyordu.
Luo
Binghe, “Shizun…?” diye mırıldandı.
Shen
Qingqiu doğrulayıcı bir “mhm.”la yanıt verdi. Luo Binghe’nın alnından akan taze
kan gözüne iliştiğinde sesi birazcık titremişti.
Luo
Binghe, “Shizun, gerçekten siz misiniz?” diye sordu.
“……mhm.”
Luo
Binghe, “Bu şu anda gerçekten oluyor mu? Daha evvel onlarla gitmiştiniz, değil
mi? Sizi görmüştüm.” dedi.
Shen
Qingqiu, “Bir yere gitmiyorum.” diye yanıtladı.
Luo
Binghe yavaşça öne eğildi, yüzündeki çatlaklar boynuna değin ilerlemişti.
“Shizun, yaralandım. Başım acıyor.” diye fısıldadı.
Konuşma
şekli sızlanan şımarık bir çocuk gibi olsa da gerçekten ama gerçekten
yaralanmış gibi görünüyordu. Shen Qingqiu yavaşça ellerini uzatıp onun omzunun
arkasına doğru yerleştirdi. Yavaşça patpatlayarak bir çocuğu yatıştırırmış gibi
tatlı tatlı konuştu. “Uslu ol. Yakında acısı geçecek.”
Luo
Binghe, “Uslu olursam yakında acısı geçecek, Shizun da beni bir daha hiç yalnız
bırakmayacak mı?” diye sordu.
Shen
Qingqiu, “Acı çok yakında dinecek.” dedi.
Luo
Binghe kısık sesle, “İnanmıyorum.” dedi.
Aniden
hiddetlenerek “İnanmıyorum! İnanmıyorum!” diye bağırmaya başladı.
Tekrardan
delirmiş gibi davranmaya başladığını fark ettiğinde Shen Qingqiu omuzlarından
kavrayarak cesurca bedeninin üst kısmını doğrultup başını kaldırdı.
Açıda bir
sıkıntı vardı. Dişleri birbirlerine çarpıştığında acıtmıştı. Dudakları kapanmış
bir şekildeyken serseme dönmüş gözleri hâlâ irice açıktı. İlk bir gözlerini
kırpıştırmış, sonra yine kırpıştırmıştı.
Shen
Qingqiu’nun gözleri de iricene açıktı. Birbirlerine iri iri açık gözlerle
bakıyor oluşları, içinde son derece tuhaf bir his oluşturmuştu.
Birbirlerine
bir süre baktıktan sonra hiçbiri gözlerini kapatmaya kalkışmamıştı. O nedenle
de pes ederek gözlerini ilk kapatan o oldu. Kirpikleri titreşti, öpücükleri
derinleşti.
Dürüst
olmak gerekirse, böyle bir çarpışmayla, dişleri ve dudakları hâlâ o kadar
acıyordu ki uyuşmuşlardı, buna öpüşme denemezdi; ancak kemirme denilebilirdi.
Fakat,
bariz bir şekilde, Luo Binghe Shen Qingqiu’nun dudaklarını şeker yiyormuşçasına
kemirmekten gayet memnundu. Solukları gittikçe daha da hızlanıyordu, aniden
Shen Qingqiu’yu ittirerek yere bastırdı.
Cart
sesiyle birlikte Shen Qingqiu’nun dış cübbesini parçalara ayırıverdi.
Geriye
kalan kıyafetlerini Shen Qingqiu bizzat kendi parçaladı. Parçalama esnasında
pantolonu dizlerine kadar sıyrılmıştı, geriye kalan tek şey bedeninin üst
kısmını gevşek bir şekilde örten içliğiydi; yumuşak, yuvarlak omuzlarından
sıyrılmıştı.
Luo
Binghe yakasına doğru uzanıp elini içeriye kaydırarak okşamaya başladı.
Baştan
aşağıya yanıyordu, Kutsal Anıt Mezar’dakinden bile beter hâldeydi. Eli Shen Qingqiu’nun
cildini sertçe yoğuruyordu.
Ateşli,
yaralanmış ve kızışmıştı.
Shen
Qingqiu olacakları biliyordu. Kararını çoktan vermişti ve hazırdı. İsteyerek
bedenini çevirip sırtını Luo Binghe’ya döndürmüştü.
Daha önce
bu tarz bir şeyde tecrübesi olmasa bile ilk seferde arkadan girmenin daha kolay
olduğunu duymuştu. Bu pozisyonun biraz utanç verici olduğunu düşünse de
üzerinde çok da durmadı. Aslında Luo Binghe’nın daha rahat etmesini sağlamak
istemişti fakat yüzsüzlükle gerisin geri çevrileceğini kim bilebilirdi ki?
Luo
Binghe kendini bacaklarının arasında konumlayarak dikkatlice yüzüne baktı. Aralarında
yalnızca birkaç santimcik vardı, soluklarının sıcaklığı birbirine karışıyordu.
Ateş gibi
yanan bir şey aşağı kısmının kuru girişine yaslandı, çapı birazcık korkutucuydu,
şeyinin topları kan toplamış gibiydi.
Ucunun
biraz nemli olmasından dolayı dar giriş birazını içine alabilmişti.
Luo
Binghe anında yüklenmemişti. Şaşkınlık içerisindeydi, buna rağmen Shen
Qingqiu’nun yüzüne inatla sabit bir şekilde bakmayı sürdürürken hafiften
hafiften yanaklarına küçük, nazik öpücükler kondurdu. Shen Qingqiu ilk başta
kasılmıştı fakat bu bilinçsiz hareketten ötürü biraz olsun gevşemişti.
Çok erken
gevşemişti.
Shen
Qingqiu sonunda diri diri ortadan ikiye ayrılmanın nasıl bir şey olduğunu
tecrübelemişti.
Acıdan
aklını yitirecekti, bacaklarını geriye çekip çekip tekmeleri savuruyordu. Luo
Binghe belini kavrayıp kendine doğru çekti; eti, sırtını sert taşlara
sürtmekten cildi tahriş olmuş ve sızlamaktaydı.
O anki
acının şiddeti Shen Qingqiu’nun beynini durdurmuştu.
Sudan
çıkmış balık gibi şiddetli bir şekilde titriyordu. Titredikçe Luo Binghe daha
da duygusal olarak dengesizleşiyordu; gözleri kızarmış, soluğu
düzensizleşmişti, aklı buğulanmıştı… tek düşünebildiği şey Shen Qingqiu’yu tutup
sonuna kadar itmekti!
Ucunun,
uzun gövdesiyle birleşen, en kalın kısmı çoktan içine gömülmüş, iç organlarına
sertçe bastırıyordu. Shen Qingqiu elini Luo Binghe’nın göğsüne yaslamıştı fakat
beli aşağıya doğru çekiliyordu, bacakları kendi göğsüne yaslanmıştı ve
kalçaları o kadar havadaydı ki bağırsak duvarının olduğu gibi gerilmesini
engelleyemiyordu.
Çığlığını
yutup olabildiğince gevşemek için bacaklarını yanlara doğru açarak Luo
Binghe’nın en derinliklerine kadar girmesine izin verdi.
Derinlerine
gömüldüğünde onu adeta diri diri kayaya mıhlayıp çiviler gibi yarıyordu. Luo
Binghe sonunda biraz güven hissetmiş olacaktı ki Shen Qingqiu’yu öpmek için
saçlarından kavrayarak kaldırdı.
Başının
ağrısına göz yumulabilirdi ama pozisyon değiştirmek Shen Qingqiu’ya iç
organları yer değiştirmiş gibi dehşet verici bir yanılsama yaratmıştı, giriş
kısmı kontrol edilemez bir şekilde açılıp kapanıyordu. Bundan bi’haber şekilde
Luo Binghe kendini zaptetme tenezzülü göstermemişti. Canlanmış hissederek
merhametsiz bir şekilde git-gellerle saplamaya başladı.
Hareketleri
hızlı ve vahşiydi. Birbirini izleyen hızlı, farklı derinliklerde yüzlerce
vuruşunun ardından Luo Binghe sonunda engellenmeden aralıksız bir şekilde içine
girebilmeye başlamıştı.
Papapa
sesi sulu, şlap sesi ve kulaklarındaki bitmek bilmeyen çınlamayla karışıyordu.
Shen
Qingqiu’nun gözleri yaşlarla doldu.
Acıyor.
Oğlum, bu
acıtıyor.
Acıyla
titriyordu fakat bu esnada yapması gereken şeyi de unutmamıştı. Ruhanî
enerjisini ona geçirerek Luo Binghe’nın içindeki çalkantılı şeytanî enerjiyi
kendi vücuduna geçirdi.
Bu yöntem
son derece aptalcaydı fakat oldukça etkiliydi de. Xin Mo’nun şeytanî enerji
kaynağı Luo Binghe’ydı, kendi enerjisini bölüp bir kısmını ona verirse Maigu
Tepesi’nin çökmesi hâliyle güç yetmezliğinden duracaktı.
İç
duvarları acımasızca gir çık yaparak sokan şeyi çevrelerken titriyordu, hiçbir
adam bu toprakları daha önceden keşfetmemişti ve sürtünme duvarlarındaki hassas
etin tahriş olup şişmesine neden olmuştu. Başlangıçta giriş yalnızca zordu
fakat acıyla yanma ortaya çıktıktan sonra bağırsak kasları gitgide kan ve
bağırsak salgılarıyla nemlenerek birleşme kısmını yumuşatmıştı.
Karanlıkta
kan kokusu havaya sinmişti. Kahredici bir hâlde bastırılan kesik kesik
soluklarla tenin tenle çarpışma sesi daha bile keskin geliyordu.
Luo
Binghe Shen Qingqiu’ya inatla yapışmaya fazlasıyla odaklanmış hâlde yanaklarını
Shen Qingqiu’nun alnına sürttü. Adeta sadaketle mağduriyetin tasvir edilmiş
hâliydi ama aynı şey aşağıya bakıldığında söylenemezdi, hemen hemen vahşi diye
tanımlanabilirdi.
Shen
Qingqiu o kadar sıkı sarılmıştı ki güçlükle nefes alabiliyordu. Sağ elinin
parmakları öyle kandan çekilmişti ki taş zemini kazmıştı adeta. Soluklanmayı
bile birkaç kez soluğu düğümlenip kaldıktan sonra ancak yapabiliyordu.
Artık
kaldıramıyordu.
Artık
gerçekten kaldıramıyordu.
Başının
hafifleyip görüşünün karardığını hissettiği gibi loş, beyaz bir ışık gelip
geçti.
Canlı,
temiz bir “ding” sesiyle Shen Qingqiu’nun çıplak omuzlarına indi.
Luo
Binghe temkinliydi, bakmak için bakışlarını yukarıya kaydırdığında o birkaç
saniye içerisinde kısa bir anlığına kendinden geçmişti.
Ardından
göz bebekleri büzüşüverdi. Önceden bulanık olan görüntüler yavaş yavaş
birleşirlerken görüntü daha da net bir hâle geliyordu.
Yavaşça
başını eğdi, yüzünün rengi atmıştı.
Shen
Qingqiu onun altında yatıyordu. Kıyafetleri tamamıyla yırtılmıştı. Bacakları
titriyordu ve kapanamıyordu. Gözleri son derece kırmızı bir hâldeydi. Her an
son nefesini verecekmiş gibi görünüyordu.
Luo
Binghe ona dokunmak için elini uzattı fakat soğuk ayağını tuttuğundan eli
havada kalıverdi. “…Shi…zun…?” diye mırıldandı.
Luo
Binghe’nın nihayet ona her zamanki şekilde “Shizun” diye seslendiğini
işittiğinde Shen Qingqiu adeta dirilmiş gibi görünerek güçlükle soluklandı.
Yalnızca aldığı soluk öyle güç belaydı ki soluktan çok hıçkırma gibi çıkmıştı.
Luo
Binghe sersemlemişti. “Shizun… ben… Ne yaptım ben?”
Shen
Qingqiu aslında boğazını temizlemek, havayı rahatlatmak ve “Shizun’u yapmaktan
başka hiçbir şey yapmadın, hepsi bu.” demek istiyordu. Sonuç olarak boğazını
temizlemeyi başaramamış, onun yerine ağız dolusu kan öksürmüştü.
İkisinin
de ağız dolusu kandan dolayı ödleri kopmuştu.
Shen
Qingqiu henüz gözyaşı dökememişti bile ki Luo Binghe kendini kaybetti. Gözyaşları
Shen Qingqiu’nun çenesine damlayıp oradan yüz çizgilerine değin süzülüyordu.
Shen
Qingqiu bir kadını ağlatmaktan korkardı fakat şu anda en çok korktuğu şey Luo
Binghe’nın ağlamasıydı. Arka kısmındaki acıyı görmezden gelerek Luo Binghe’nın
yüzünü silip bir çocuğu tatlı dille kandırır gibi onu avuttu. “Ağlamasana.”
Luo
Binghe’nın gözyaşları kopmuş ipten dökülen boncuklar gibi omuzlarına
süzülüyordu. Ne yapacağını bilemez hâlde Shen Qingqiu’ya sarılıp hıçkıra
hıçkıra ağlıyordu. “Shizun, benden nefret etme… Bilmiyordum… Size zarar vermek
istemedim… Niçin beni itmediniz, niçin beni öldürmediniz?”
Shen
Qingqiu sırtını düzensiz bir şekilde patpatladı. “Bu usta anlıyor. Bu usta
razıydı.”
Ona dil
dökerken sonsuz bir keder hissetmişti.
Bakirliği
giden kişi benim, tamam mı? Niçin bakirliğini alan kişi ondan daha fazla
ağlıyordu? Niçin sikilen kişi yine dönüp dolaşıp onu siken kişiyi rahatlatmak
zorundaydı?
Bir huzur
ver! Bekareti giden Luo Binghe’nın gönlünü almak bekareti giden genç bir kızın
gönlünü almaktan bile daha zordu!
Shen
Qingqiu uysal bir şekilde, “Öyleyse… ilk bir çık…” dedi.
Luo
Binghe’nın gözyaşları hâlâ kirpiklerinde tutunuyordu. Her şeye rağmen mahcubiyet
içerisinde ya da daha tam olarak rahatlayamadığından dolayı olacak ki yavaş
yavaş geri çekildi.
Shen
Qingqiu’nun bacaklarının arasındaki korkunç görüntüye şaşkın şaşkın bakıyor,
yüzünün rengi gitgide iyice atıyordu. Yine de dikkatlice Shen Qingqiu’nun
içliğini düzeltip kendi dış cübbesini onun bedenine sardı.
Shen
Qingqiu’nun da bedeninin alt kısmına bakmaya cesareti yoktu. Çok yavaşça
bacaklarını kapattı. Yaptığı gibi yüzündeki kaslar hafifçe seğirdi. Yüzündeki
acıyı gizleyebilmek için elinden geleni yaptı.
Luo
Binghe’nın bakışını ve ilgisini başka yöne çevirmek için Shen Qingqiu bir
eliyle yandan Yeşim Guanyin’i almak için uzanıp Luo Binghe’nın başını eğmesi
için el hareketi yaptı.
Luo
Binghe, “Onun… onun çok önceden kaybolduğunu sanmıştım… Onu bir daha hiç
göremeyeceğimi sanmıştım…” diye kekeledi.
Shen
Qingqiu kırmızı ipi boynuna dolamasına yardım edip, “Bundan böyle güvende tut.
Bir daha kaybetme.” dedi.
Luo
Binghe tereddüt ederek, “O zaman zor durumda beni kurtaran kişi Shizun’du. O
zamandan beri… Shizun bunu hep yanında taşımış olabilir mi?” diye sordu.
Daima
sistemin deposunda duruyordu, hep yanında olduğunu söylemesi pek de yanlış
olmazdı. Bu düşünceyle Shen Qingqiu hafifçe başını olumlu anlamda salladı.
Luo
Binghe’nın çevresindeki elleri daha sıkı bir hâl aldı. Ağlarken aniden
kolundaki desenlerin hızla kaybolduğunu fark etmişti. Deli gibi yanan alnıyla
yanakları da hızla soğuyordu.
Hayretler
içerisinde, “Ne yapıyorsunuz?” diye sordu.
Shen Qingqiu
onu sıkı sıkıya sarmaladı, Luo Binghe’yı kollarının arasında sıkıştırıyordu ki
hareket edemesindi. “Hiçbir şey. Sana söyledim, yakında acısı geçecek. Uslu ol
ve hareket etme.” diye mırıldandı.
Luo
Binghe’nın sesi soruyu dillendirirken çatladı. “Shizun, Xin Mo’nun şeytanî
enerjisini uzaklaştırmak için son seferki gibi kendi bedeninizi mi
kullanacaksınız?”
“Son seferki” derken kast ettiği zaman Shen
Qingqiu’nun kendini feda ettiği zamandı. O olay şüphesiz bir şekilde onu
olağanüstü bir hüzünle çevreletmişti. Shen Qingqiu, “Bu sefer o zamankinden
farklı.” diye yanıtladı.
Luo
Binghe yumruklarını sıkıp titreyen bir sesle konuştu. “Nasıl farklı? Shizun,
niçin bana böyle davranıyorsunuz? Diğerleri için yine aynı şeyi yapacak kadar
ileriye dahi gidersiniz! Yine… gözlerimin önünde bunun olmasına
katlanabileceğimi mi düşünüyorsunuz? Uzun zaman önce anlamalıydım, kimse beni
ne seçecek ne beni terk edecek ne de gidecek…”
Shen
Qingqiu sert bir şekilde, “Luo Binghe, beni dinle!” dedi.
Beklenildiği
gibi, Luo Binghe onu gözleri yaşlı, itaatkâr bir şekilde dinliyordu.
Shen
Qingqiu, “Su Xiyan seni doğurmak için hayatını riske attı. Luo Binghe, ah Luo
Binghe; bir düşünsene, Yaşlı Saray Ustası gibi birisi sence müridine iyi
niyetle ilaçlar verir mi?”
“O şeyin kesinlikle iblisler üzerinde ölümcül
bir şey olması lazım. Gerçekten de vicdanını yitirip kaderine göz yumarak ilacı
içseydi ölmesen bile nasıl sapasağlam büyüyebilirdin ki?” dedi.
Luo
Binghe’nın omuzları titredi. Shen Qingqiu her bir kelimeyi bastırarak devam
etti. “Ben onun yerinde olsaydım ne kadar ölümcül olursa olsun tereddüt
etmeksizin içer, sonrasında, su hapishanesinden kaçmanın ardından kendi
bedenimden tamamını çıkartırdım. Ne kadar acı verici ya da korkutucu bir yöntem
olursa olsun, ne pahasına olursa olsun, ne kadar acılı bir ölüm olursa olsun bu
çocuğun hiçbir şekilde acı çekmesine izin vermezdim.”
“Ben böyle anladım. Bunu açıklama olarak
alabilirsin çünkü kimse Su Xiyan’ın son nefesini vermeden önce ne düşündüğünü
sana söyleyemez fakat gerçekten de seni kara bir leke olarak görseydi dahasını
yapmasına gerek yoktu da. Yalnızca seni yılın en soğuk zamanlarında Luo
Nehri’ne, haşin ve dondurucu tabiata bırakır, olur biterdi- nasıl kurtulabilirdin
ki?”
“Ya da Huan Hua Sarayı’ndaki baş mürit konumundan,
vadedilen gelecekten ve tüm o şandan, vazgeçmeyi istememiştir ve Yaşlı Saray
Ustası’nın gönderdiği her bir zehri içmeye devam etmiştir, ne onu takip eden
Huan Hua Sarayı’nın müritlerinden acınacak hâlde saklanıp kaçmasına gerek olur
ne de dış cübbesini çıkartıp tek başına seni izbe bir kayıkta doğurduğunda sana
sarmalamaz, son gücünü kullanıp seni tahta bir leğene koyup emniyetin için
yollamaz da… Sonun Luo Nehri’nde donarak geldiğinden ve çoktan başıboş dolanan
bir ruh olduğundan seni kurtaracak birisini de beklemene gerek olmaz.”
“Şimdiyse buradasın, yaşıyorsun, nasıl olur da
diğerlerinin sözüne takılıp annenin gerçekten de seni istemeyecek kadar o denli
soğukkanlı ve acımasız olduğuna inanırsın?”
Tek
nefeste diyeceğini dedikten sonra Shen Qingqiu boğulduğunu hissetmesiyle
birlikte uzuvlarından kemiklerine kadar rastgele dolaşan şeytanî enerjiyi
hissetti.
“Xin
Mo’nun kötücül enerjisinin şiddetlenmesi başka birisinden ya da bir şeyden
ötürü değil, tamamıyla senden ötürü.”
“Benim… Xin Mo’nun pençesine düşen, aklını
ömrü boyunca sürekli hayallerin musallat olacağı kadar yitirmiş bir Luo Binghe görme
gibi bir gayem yok.
“Bu ustanın senden tek beklediği şey senin
sağ, aklı başında ve güçlü olman.”
Sonrasını
fısıldayarak sürdürdü. “O nedenle, kimsenin seni istemediğini ya da kimsenin
seni asla seçmeyeceğini söylemeyi bırak.”
Luo Binghe
yanına çökmüştü. Göz kapakları daha fazla gözyaşlarının ağırlığını
kaldıramadığından özgürce düşmelerine izin verdi, çok fazla haksızlığa uğramış
bir çocuk gibiydi.
Başından
beri yalnızca bir çocuktu o. Bu dünyada tek başına yürümüş, kederleri atlatmış,
sayısız defa düşmüştü. Hiçbir zaman daha fazlasını istememişti ve buna rağmen
asla istediği hiçbir şeyi parmaklarının arasında tutamamıştı. Eğer bunu bilseydi,
diye düşündü Shen Qingqiu, o zaman kesinlikle… kesinlikle…
Fakat,
daha önce de dendiği gibi, bu dünyada “bilseydim” gibi şeyler yoktu.
Aniden
Luo Binghe kahkahayı koyuverdi. Bir eliyle Shen Qingqiu’nun elini tutarak
yüzüne yaslarken diğer eliyle yerdeki Xin Mo’yu almıştı.
Kılıcın
fırıl fırıl dönen mor ışıkla çevrelenmiş ağzı tiz bir çığlık gibi inilti
çıkartıyordu. Bir şeyin parçalara ayrılma sesi kulaklarında yankılandı.
“Shizun, bunları niçin dediğini biliyorum.”
Luo
Binghe ona dikkatle bakarken dudaklarının kenarı yukarıya doğru kıvrıldı.
“Yalnız; Shizun, yani bu dünyada bana tek umut
bağlayan kişi, hayatını kaybederse… benim sağ, aklı başında ve güçlü olmamın ne
anlamı var ki?”
Anlaşılan
Luo Binghe’dan gelen sıcaklık ona yayılıyordu. Shen Qingqiu başının hafifçe
döndüğünü hissetti.
Sersemleme
hâlindeyken Luo Binghe’nın kılıcı yok etme yönündeki intihara meyilli
hareketini durdurmayı geçin, Luo Binghe’nın sesini güçbela dahi duyamıyordu.
“Birlikte ölmek” de “birlikte” demekti.
O kadar kötü
değil gibiydi.
Fakat
hâlâ net şekilde duyulabilen bir ses vardı-
【Tebrik ederiz,
çeşitli özelliklerden hedeflenen puanlara ulaştınız ve hesabınız Kıdemsiz VIP
kullanıcıya yükseldi. Yardım etme işlevlerinden birisi olan “Kendini
Kurtarma”yı aktive etmeyi isteyip istemediğinizi sorabilir miyim? 】
*****
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder