Shen Qingqiu onlara tekrardan oturmalarını göstererek, “Kıdemlimiz şimdi gitti.” dedi.
Masadaki
çaydanlığı kaldırdığı gibi Ming Fan yardım etmek için acele etmişti ki ona
müdahale etmemesini söyleyen keskin bakışlarla durakladı. Shen Qingqiu bizzat herkese
çaylarını doldururken Liu Qingge sonunda oturarak fincanını almış, sonrasında
da çayını sessizce yudumlamıştı.
Qi
Qingqi, “Hâliyle diğer Kıdemlimiz ziyaret etmiş bile. Kıdemsiz Liu, yüzünün
hâline bakacak olursak bahsini geçirdiğin kişi Luo Binghe sanırım.” dedi.
Dillendirilirken
kelimelerin kendisinde gizli bir ima bulunmuyor gibi olsa da dinleyen kişi
kastını çabucak anlayabiliyordu. Shen Qingqiu’nun yanakları yeniden sahte bir
tebessüm takınmasından ötürü ağrıyordu bile. “Nasıl olabilir ki?”
Qi Qingqi
fincanını ağır denilebilecek bir şekilde masaya yerleştirip konuşurken
kaşlarını kaldırdı. “Elbette. Gerçekten o nasıl olabilir ki? Luo Binghe şu anda
Cang Qiong Dağı’na dönmeye kalkışırsa onun gibi bir pislikle nasıl
ilgileneceğimizi görürsün!”
Mu Qingfang
elleri yenlerinin içerisinde otururken üstünkörü, “Önce onunla ilgilenebilmeniz
lazım.” diye üstünkörü yorumda bulundu.
Shen
Qingqiu sarf ettikleri şeylere gülmeden edememişti. Qi Qingqi işaret parmağıyla
anında onu gösterdi. “Hâlâ gülecek cesaretin var. Burada problemli olan sensin!
Shen Qingqiu, sana diyorum, sorumluğunu üstlenip kıdemlimiz ve kıdemsizimle
birlikte dönmen iyi bir şey fakat Luo Binghe’yla tekrar gidersen bizzat ben
senin işini bitirip sektten atacağım! Sonrasında gülebiliyor musun görürürüz!”
Bunlar
bariz bir şekilde endişenin getirdiği sözler olmalıydı ama o o kadar haşindi ki
Shen Qingqiu’nun üstüne atılıp boğazına yapışmaması hayret vericiydi.
Mu Qingfang
yanıtladı. “Hoş, şu an her şey yolunda.”
“Her şey yolunda” demesine rağmen hiddetle iç
çekmek istediği açıkça görülüyordu. Qi Qingqi, “Kıdemlimiz kılıcını
gerekmedikçe çekmeyi reddetmeseydi ve olayları biraz farklı yönde ilerlemesine
zorlamasaydı Luo Binghe’nın fırsat yakalamasının ve kaçmasının imkânı olmazdı.
Biraz daha gecikseydin kıdemlimizin Xuan Su kılıcına tanıklık edebilirdin.”
dedi.
Bu
sözlerle Shen Qingqiu kalbinin teklediğini hissetti. Sonuçta Xuan Su kılıcını
ne asıl eserde ne de bu tarz şeylerde hiçbir şekilde görmemişti. Gökyüzüne Ateş
Eden Uçak’ın aklındakinin nasıl bir şey olduğunu da bilmiyordu. Yazsa ölür
müydü ki? Bütün bildikleri tek bir yağmur damlasının düşmediği fırtınalı bir
gökyüzündeki gök gürültüsü gibi gürlediğiydi. Bütün o ayrıntılı, incelikleriyle
işlenerek övülmelerinin ardından nihayetinde onu siyah, boş bir çukurdan başka
hiçbir şey beklemiyordu!
Herhangi
bir açıklaması olmadan Yue Qingyuan binlerce okun onu delip geçmesiyle ölüvermişti!
(bay bay!)
Ning
Yingying içeriye girdiğinden beri başı öne eğik kenarda oturmaktaydı. Shen Qingqiu
ona doğru elini sallayıp, “Neyin var?” diye sordu.
Ning
Yingying yavaşça yanına gelip küçük bir tavşanınki kadar kırmızı gözlerle ona
baktı. Burun tıkanıklığını belli eden sesiyle sessizce, “Shizun, artık geri
döndüğüne göre bir daha hiç gitme, olur mu?” dedi.
Ve
tekrardan ağlamaya başladı. Shen Qingqiu şaşkına dönmüştü. Ağlamaya meyilli
birisi değildi- olsa olsa sembolik olarak yüreğinin derinliklerinde gözyaşı
dökmeyi tercih ederdi. Öyleyse niçin tüm bu müritler bu kadar çabuk hıçkırarak
ağlamaya başlıyorlardı? Gözyaşları güzel, narin yanaklarına bitmek bilmeyen
sağnaktaki yağmur damlacıkları gibi düşüyorlardı.
Dedikleri
anlaşılan Ming Fan’ın da hislerine tercümandı, o da kederli bir şekilde
ağlıyordu. “Shizun—”
Bu
kesinlikle aynı narin ağlama sahnesi değildi!
Qi Qingqi
öğüdünün arada kaynamasına izin vermedi. “Bak! Müritlerine bak. Onları
umursamıyor musun? Bir müritten daha fazla müridin var senin ama yalnızca
nankör olanını umursuyorsun! Diğerlerini unuttun mu?”
Shen
Qingqiu nazikçe Ning Yingying’in sırtını patpatlayıp onu rahatlatırken kendini
savundu. “Ne zaman yalnızca birini önemsemişim ben?”
Liu Qingge
üçüncü çayını bitirmişti; gözlerini kapatıp, “Geri gelip burada kal. Bir daha
da hiç ayrılma.” dedi.
Shen
Qingqiu kısa ve öz bir şekilde kabul etti. “Pekâlâ.”
Bunu
duyduğunda Qi Qingqi sonunda razı olmuştu. Liu Qingge tam tekrardan konuşmak
üzereydi ki kalakalmış, ardından da ölüm saçan aura onu çevreleyivermişti.
Odadaki
herkes tavrındaki ani değişimi fark etmiş, tereddüt etmeden kılıçlarına
yönelmişlerdi. Aniden Liu Qingge ayağa kalkarak pencereye doğru atıldı. Shen
Qingqiu yüreğinin ağzına geldiğini hissetti.
Liu
Qingge pencereyi iterek açtı. Dışarıda, gökyüzü temizdi ve ay parlak bir
şekilde ışıldıyordu. Altında engin bambu ormanı vardı. Görünürde tek bir insan
dahi görünmüyordu.
Elbette
Luo Binghe aval aval duracak kadar aptal değildi, muhtemelen uzun zaman önce
saklanmıştı. Odanın içerisindeki hava sonunda birazcık rahatlamıştı. Mu
Qingfang, “Kıdemli Liu, ne gördün?” dedi.
Liu
Qingge henüz arkasını dönmemiş, onun yerine havada süzülen bir şeyi yakalar
gibi elini pencereden çıkartmıştı.
Bir süre
sonra elini geriye çekip onlara doğru bakarak, “Kar yağıyor.” diye yanıtladı.
Shen
Qingqiu bütün gece yatağında gözlerine uyku girmeden yatmıştı. Sonraki gün
uyarı çanlarını duyduğu gibi bambu evinden dışarıya fırladı.
Çan sesi
ikinci seferde daha da ısrarcı olmuştu, her bir çalmada Cang Qiong Tepesi’nde
yankılanıyormuşçasına tok ve güçlü çıkıyordu. Her bir tepedeki müritler
Gökkuşağı Köprüsü’nden Qing Jing Tepesi’ne toplanmışlardı. Herkes Qiong Ding
Sarayı’nın dışına akın ederek orada toplanmışlardı, kalabalık olmasına rağmen
mutlak sükûnet hâkimdi.
Shen
Qingqiu, Cang Qiong Tepesi’nden saraya gitmeden önce çabucak eşyalarını
yerleştirdi. Sarayın bir kısmında üç metre civarında uzun, beyaz, kristalden
bir ayna vardı. An Ding Tepesi’nin yerini alan müridi dışında bütün Tepe
Lordları burada toplanmış, asil bir zarafetin tasviri gibi durmaktaydılar.
Aynanın yansıması
genişti, uzun dağları çevreleyen nehir akarken aralıklı sıralanmış birkaç beyaz
çatı vardı.
Yue
Qingyuan, “Ortası Luochuan Nehri’nin aktığı yer. Gökyüzüne bak.” dedi.
Görüntünün
üzerinde uğursuz bir karanlık toplanmıştı- Siyah, mağaralarla dolu dağlar
gürleyen bulutların ardından çıkmaya başlamıştı. Neredeyse muazzam bir şekilde
tersine çevrilmiş, oyulmuş bir kuru kafa gibi kara bulutların arasından
tüylerini ürpertiyor, boş delikler dünyaya tersten bakıyordu.
Bu, şeytanî
Maigu Dağları’ydı.
Yue
Qingyuan konuştu: “Dün gece başladığına dair haberleri aldık. İlk önce yalnızca
aralıklı birkaç iri parça belirdi fakat bir saat içerisinde dağların biçimi
belirginleşiverdi.
Tepe
lordlarından birisi çok şaşırmıştı, “Bir saat içerisinde mi? Bu… çok hızlı!”
diye bağırdı.
Hayır. Bu
birleşmenin kusursuz bir şekilde olağan hızıydı. Tianlang-Jun sonuçta gerçekten
de söylediği gibi “en iyi yeri” seçmişti. Müdahele etmeden manzara bir gün içerisinde
görünür hâle gelecek, iki gün içerisinde iki âlem tamamıyla birleşecekti- iki
güzel resmin parçalanarak ayrılıp sonradan birleştirilerek onlardan lekeli,
karışık yeni bir resim oluşturmak gibiydi.
Liu
Qingge ayakta dururken kollarını kavuşturmuştu, Cheng Luan kılıcını sıkıca
tutuyordu. “Öyleyse daha hızlı hareket etmemiz lazım.”
Yue
Qingyuan konuştu. “Her bir Tepe Lordu tepeden beraberinde iki-üç müridini
getirecek. Yarım saat içerisinde Luochuan Nehri’nin ortasında olacağız.”
Sekt
Lideri’nin emriyle birlikte Tepe Lordları anında dağıldı. Yarım saate oraya
varmak onlara hazırlanmak için on dakikadan daha az bir süre veriyordu, çok hızlı
olmalıydılar. Shen Qingqiu da hazırlanıp kendi adamlarını toplamak için
dönecekti ki Yue Qingyuan ona seslenerek onu durdurdu. “Sen burada kalacaksın.”
Shen
Qingqiu arkasını döndü. “Kıdemli, gitmem gerektiğini biliyorsun.”
Yue
Qingyuan, “Kıdemsiz, kar yağışı ve Luochuan Nehri’nden başka ne biliyorsun?”
diye yanıtladı.
Shen
Qingqiu yavaşça, “Birleşmeyi durdurmak için öncelikle İblis’in Kalbi Kılıcı’nı
çıkartmalıyız. Şu anda Maigu Dağı’nın kuru kafasında duruyor, Tianlang-Jun da
onu besleyebilmek için orada olmalı.” diye yanıtladı.
Bu
çözümün şu olduğu anlamına geliyordu: 1) İblis’in Kalbi Kılıcı’nı Yok Et, 2)
Tianlang-Jun’u Öldür
Yue
Qingyuan, “Sen burada kalacaksın.” diye ısrar etti.
Shen
Qingqiu tam tekrardan konuşacaktı ki Yue Qingyuan elini Shen Qingqiu’yu
doğrudan Qiong Ding Sarayı’nın içerisine kitleyecek bir bariyer yapmak
üzereymiş gibi mühürleme hareketi yaparak kaldırdı.
Sekt
Lideri patronluk taslamak üzereydi!
Shen
Qingqiu doğruldu; sırtı, Xiu Ya Kılıcı’na ulaşmaya çalışsın mı çalışmasın mı
karar vermeye çalışır gibi kasılmıştı. Tam o esnada sarayın dışarısından
dehşete düşmüş, yıpranmış bir ses feryat etmişti. İkisi de anında dışarıya
fırlayıp dışarıda müritlerin göstermekte oldukları yöne doğru baktılar. Shen
Qingqiu sessizce soluğunu tuttu.
Bulutlar
Cang Qiong Tepesi’nin üzerinde muazzam gelgitlerle engin bir deniz oluşturuyor,
kan rengini yayıyordu. Kırmızı ışıklar gökyüzünü dik bir şekilde kesiyor,
devasa alazlanmış kaya parçaları birer birer meteor gibi Cang Qiong Tepesi’ne
düşüyorlardı.
Yue
Qingyuan’ın ifadesi bocalamamıştı. Elini uzatıp uğuldadı; Xuan Shu-kılıcı, kını
ve her şeyi- anında elinden uzanarak fırlamıştı. Shen Qingqiu her bir kaya
parçasının küçük parçalara ayrılışını, binlerce ışıldayan közün aşağıya
süzülüşünü gökyüzünde patlayan havaifişeklerin parlaması gibi izliyordu.
Kırmızı
bulutlar kocaman bir krater gibi girdap yaparak dönüyordu, tepesi patlayan bir
yanardağıydı adeta. İçinde arafta kalmış gibi acıyla kıvranan sayısız kol
parçaları ve insan kafaları görebiliyorlardı.
S*kt*r,
Sonsuz Uçurum- Cang Qiong Tepesi bu sefer gerçekten büyük ikramiyeyi
kazanmıştı!!!
İçinden
Shen Qingqiu amansızca sövsün: lanet olası Gökyüzüne Ateş Eden Uçak!
Birleşme
yazacaksan bile en azından Cang Qiong Tepesi’nin Sonsuz Uçurum’la aynı yerde
olacağını net bir şekilde belirtseydin!
Bu gelgit
onları geçip gittikten sonra sonraki dalgada neyin gelebileceğini bilmiyorlardı.
On İki Tepe tamamıyla Sonsuz Uçurum’la birleşip ateşle lav denizi olana,
dünyanın cehennemi hâline gelene kadar ne kadar zamanları vardı bilmiyorlardı.
Cang Qiong Tepesi artık kurtarılamazdı.
Yue
Qingyuan An Ding Tepesi’nin yerine katılan müridine döndü. “Lütfen Zhao Hua
Tapınağı’nın ustalarından yardım iste.” Ardından dönüp sesini yükseltti. “Buradaki
bütün müritler, emirlerinize uyun. Sınır parçalanır parçalanmaz eşyalarınızı
ardınızda bırakıp anında dağdan ayrılın!”
Bütün
müritler yanıtlamadan önce kare hâlinde toplanmışlardı. “Anlaşıldı!”
Yue
Qingyuan dönüp, “Kıdemsiz Qingqiu, sen de Luochuan’a gideceksin.” dedi.
Bai Zhan
Tepesi’nden müritleriyle birlikte geri dönen Liu Qingge, “Peki sen ne
yapacaksın, Sekt Ustası?” dedi.
Yue
Qingyuan, “Zhao Hua’nın ustaları gelene değin elimden geldiğince bunu
tutacağım. Sonra da size katılacağım.” diye yanıtladı.
Shen
Qingqiu, “Kıdemli Sekt Lideri, tek başına iyi olacak mısın? Burada durmama ne
dersin….” dedi.
Yue
Qingyuan buna sahiden biraz gülmüştü. “Kalmanı istediğimde gitmek istiyor,
gitmeni istediğimde de kalmak istiyorsun. Küçük… Kıdemsiz, seninle ne yapacağım
ben?”
Liu
Qingge onu çekip gitmeye koyulurken kısa ve öz bir şekilde konuştu. “Gitme
zamanı. Bize sonradan katılacağını söylediyse, sonra katılacaktır.”
Nihayetinde,
felaketle karşı karşıya olduklarında Cang Diong Tepesi efsun romanında en iyi sektten
beklenecek onura sahipti. Artık acelesiz at arabaları ya da gelişigüzel
ilerleyen kayıklar yoktu, binlerce kılıç gökyüzünde yıldırımdan daha hızlı bir
şekilde uçuyordu. Birisi yukarıya baktığında tek göreceği şey kayan bir yıldız
gibi ışık hızında geçen çizgiler olacaktı.
Bu
manzara ne görkemli olmalıydı... Ufuktaki tehditkâr dağların herhangi bir
dehşet olasılığının böylesine ihtişamlı bir görüntüyü getirmesi ne yazıktı.
An Ding
Tepesi gerçekten de ustaların lojistiğiydi, son derece etkiliydiler. Zhao Hua
Tapınağı’ndan destek çok çabucak gelmiş, sınırı desteklemekteydiler. Yue
Qingyuan çabucak sınırı bırakıp diğerlerine yetişti. Yarım saat geçmeden
Luochen Nehri’nin ortasına varmıştı.
Çok fazla
olmalarından dolayı bir seferde birkaç grup olarak gruplar şeklinde inmek
zorunda kalmışlardı. Luochen Nehri’nin iki tarafı da çoktan insanlarla
dolmuştu: haberi duyup gelenlerin, garip görüler görenlerin, araştırmak için
bütün klanlardan ve sektlerden efsuncuların cübbeleriyle her bir renk barınıyordu.
Efsuncuların hepsi bölgedeki sivilleri boşaltmakla meşguldüler. Wu Wang ve Wu
Chen, Zhao Hua Tapınağı’ndan onlara katılmak için getirdikleri bir gruba
öncülük ediyorlardı.
Yue
Qingyuan ellerini kavuşturup eğildi. “Ustalar, müridlerini yardım için
yolladığınızdan dolayı en içten şükranlarımı sunarım. Diğer türlü korkarım ki
Cang Qiong Tepesi’nin arkasında duran binlerce yıllık tarih anında yok
edilecekti.”
Wu Wang
genelde her zaman söyleyecek bir şeyi olan bir keşişti, ona rağmen bugün
ifadesi mezar gibiydi ve tek bir kelime dahi etmiyordu. Aslında, yanıtlayan
kişi kaşlarındaki terleri sildikten sonra Yüce Usta Wu Chen olmuştu. “Amitabha.
Binlerce yıllık tarihi yok olmak üzere olan yalnız siz değilsiniz- Zhao Hua
Tapınağı da neredeyse aynı kahredici zor durumla karşı karşıyaydı.”
Yue
Qingyuan hafifçe şaşırmıştı. “Böyle bir durumla mı karşı karşıyaydı? Ustalar,
Cang Qiong Tepesine yüzlerce mürit gönderdiniz- tapınağınızı korumaya yetecek
kadarı kaldı mı?”
Shen
Qingqiu’nun da kafası karışmıştı. Zhao Hua Tapınağı başka sektlere yardım etmek
için kendilerini feda edecek raddeye gelmiş olabilirler miydi?
Wu
Wang’in yüzü gittikçe soluyordu, Yüce Usta Wu Chen onun sessizliğini koruduğunu
gördüğünde tek yapabileceği şey yanıtlayarak açıklamaktı. “Bu… gerçekten
söylemesi zor bir şey. Bizi kurtaran şey kendi gücümüz değil, başkasından
aldığımız yardımdı.”
Yue
Qingyuan merakla, “Tanrı’nın Gözünden Bakanlar olabilir mi?” diye sordu. Tanrı’nın
Gözünden Bakanlar küçük bir kuruluş ya da eğitim sekti gibi daima kontrolsüz ve
acelesiz iş yapanlar olarak biliniyorlardı. Kendilerini olayların akışına
bırakıp kendi kendilerine minik bir yardım yapmışlardı. Tapınağa yardım etmeyi
başaranlar onlardıysa bu fazlasıyla şok edici olurdu.
Yüce Usta
Wu Chen başını olumsuz anlamda salladı. “Huan Hua Sarayı’ydı.”
Shen
Qingqiu’nun yelpazesi kelimeler dilinden çıktığı gibi donuvermişti. “Huan Hua
Sarayı mı? O şeyin değil mi…”
Wu
Wang’in yüzü konuşurken tamamıyla kül rengine bürünmüştü. “Evet. Luo Binghe’nın
ta kendisiydi.”
Aniden,
kenardan iki tane küçük kahkaha sesi duydular. Hafif, temiz bir ses kusursuz
bir şekilde yapmacık bir tonlamaya sahipti. “Bu sefer sağladıklarımın şükranını
kabul etmeye yeltenmedim. Bu durumda bir şey söylenmesi gerekirse, yalnızca
Shizun’a yardım etmeye çalışıyordum.”
*****
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder