27 Ağustos 2021 Cuma

THE SCUM VILLAIN'S SELF-SAVING SYSTEM - BÖLÜM 75: UÇURUMA DÖNÜŞ

 Shen Qingqiu onlara tekrardan oturmalarını göstererek, “Kıdemlimiz şimdi gitti.” dedi.







Masadaki çaydanlığı kaldırdığı gibi Ming Fan yardım etmek için acele etmişti ki ona müdahale etmemesini söyleyen keskin bakışlarla durakladı. Shen Qingqiu bizzat herkese çaylarını doldururken Liu Qingge sonunda oturarak fincanını almış, sonrasında da çayını sessizce yudumlamıştı.

Qi Qingqi, “Hâliyle diğer Kıdemlimiz ziyaret etmiş bile. Kıdemsiz Liu, yüzünün hâline bakacak olursak bahsini geçirdiğin kişi Luo Binghe sanırım.” dedi.

Dillendirilirken kelimelerin kendisinde gizli bir ima bulunmuyor gibi olsa da dinleyen kişi kastını çabucak anlayabiliyordu. Shen Qingqiu’nun yanakları yeniden sahte bir tebessüm takınmasından ötürü ağrıyordu bile. “Nasıl olabilir ki?”

Qi Qingqi fincanını ağır denilebilecek bir şekilde masaya yerleştirip konuşurken kaşlarını kaldırdı. “Elbette. Gerçekten o nasıl olabilir ki? Luo Binghe şu anda Cang Qiong Dağı’na dönmeye kalkışırsa onun gibi bir pislikle nasıl ilgileneceğimizi görürsün!”

Mu Qingfang elleri yenlerinin içerisinde otururken üstünkörü, “Önce onunla ilgilenebilmeniz lazım.” diye üstünkörü yorumda bulundu.



Shen Qingqiu sarf ettikleri şeylere gülmeden edememişti. Qi Qingqi işaret parmağıyla anında onu gösterdi. “Hâlâ gülecek cesaretin var. Burada problemli olan sensin! Shen Qingqiu, sana diyorum, sorumluğunu üstlenip kıdemlimiz ve kıdemsizimle birlikte dönmen iyi bir şey fakat Luo Binghe’yla tekrar gidersen bizzat ben senin işini bitirip sektten atacağım! Sonrasında gülebiliyor musun görürürüz!”

Bunlar bariz bir şekilde endişenin getirdiği sözler olmalıydı ama o o kadar haşindi ki Shen Qingqiu’nun üstüne atılıp boğazına yapışmaması hayret vericiydi.

Mu Qingfang yanıtladı. “Hoş, şu an her şey yolunda.”

 “Her şey yolunda” demesine rağmen hiddetle iç çekmek istediği açıkça görülüyordu. Qi Qingqi, “Kıdemlimiz kılıcını gerekmedikçe çekmeyi reddetmeseydi ve olayları biraz farklı yönde ilerlemesine zorlamasaydı Luo Binghe’nın fırsat yakalamasının ve kaçmasının imkânı olmazdı. Biraz daha gecikseydin kıdemlimizin Xuan Su kılıcına tanıklık edebilirdin.” dedi.

Bu sözlerle Shen Qingqiu kalbinin teklediğini hissetti. Sonuçta Xuan Su kılıcını ne asıl eserde ne de bu tarz şeylerde hiçbir şekilde görmemişti. Gökyüzüne Ateş Eden Uçak’ın aklındakinin nasıl bir şey olduğunu da bilmiyordu. Yazsa ölür müydü ki? Bütün bildikleri tek bir yağmur damlasının düşmediği fırtınalı bir gökyüzündeki gök gürültüsü gibi gürlediğiydi. Bütün o ayrıntılı, incelikleriyle işlenerek övülmelerinin ardından nihayetinde onu siyah, boş bir çukurdan başka hiçbir şey beklemiyordu!

Herhangi bir açıklaması olmadan Yue Qingyuan binlerce okun onu delip geçmesiyle ölüvermişti! (bay bay!)

Ning Yingying içeriye girdiğinden beri başı öne eğik kenarda oturmaktaydı. Shen Qingqiu ona doğru elini sallayıp, “Neyin var?” diye sordu.

Ning Yingying yavaşça yanına gelip küçük bir tavşanınki kadar kırmızı gözlerle ona baktı. Burun tıkanıklığını belli eden sesiyle sessizce, “Shizun, artık geri döndüğüne göre bir daha hiç gitme, olur mu?” dedi.

Ve tekrardan ağlamaya başladı. Shen Qingqiu şaşkına dönmüştü. Ağlamaya meyilli birisi değildi- olsa olsa sembolik olarak yüreğinin derinliklerinde gözyaşı dökmeyi tercih ederdi. Öyleyse niçin tüm bu müritler bu kadar çabuk hıçkırarak ağlamaya başlıyorlardı? Gözyaşları güzel, narin yanaklarına bitmek bilmeyen sağnaktaki yağmur damlacıkları gibi düşüyorlardı.

Dedikleri anlaşılan Ming Fan’ın da hislerine tercümandı, o da kederli bir şekilde ağlıyordu. “Shizun—”

Bu kesinlikle aynı narin ağlama sahnesi değildi!

Qi Qingqi öğüdünün arada kaynamasına izin vermedi. “Bak! Müritlerine bak. Onları umursamıyor musun? Bir müritten daha fazla müridin var senin ama yalnızca nankör olanını umursuyorsun! Diğerlerini unuttun mu?”

Shen Qingqiu nazikçe Ning Yingying’in sırtını patpatlayıp onu rahatlatırken kendini savundu. “Ne zaman yalnızca birini önemsemişim ben?”

Liu Qingge üçüncü çayını bitirmişti; gözlerini kapatıp, “Geri gelip burada kal. Bir daha da hiç ayrılma.” dedi.

Shen Qingqiu kısa ve öz bir şekilde kabul etti. “Pekâlâ.”

Bunu duyduğunda Qi Qingqi sonunda razı olmuştu. Liu Qingge tam tekrardan konuşmak üzereydi ki kalakalmış, ardından da ölüm saçan aura onu çevreleyivermişti.

Odadaki herkes tavrındaki ani değişimi fark etmiş, tereddüt etmeden kılıçlarına yönelmişlerdi. Aniden Liu Qingge ayağa kalkarak pencereye doğru atıldı. Shen Qingqiu yüreğinin ağzına geldiğini hissetti.

Liu Qingge pencereyi iterek açtı. Dışarıda, gökyüzü temizdi ve ay parlak bir şekilde ışıldıyordu. Altında engin bambu ormanı vardı. Görünürde tek bir insan dahi görünmüyordu.

Elbette Luo Binghe aval aval duracak kadar aptal değildi, muhtemelen uzun zaman önce saklanmıştı. Odanın içerisindeki hava sonunda birazcık rahatlamıştı. Mu Qingfang, “Kıdemli Liu, ne gördün?” dedi.

Liu Qingge henüz arkasını dönmemiş, onun yerine havada süzülen bir şeyi yakalar gibi elini pencereden çıkartmıştı.

Bir süre sonra elini geriye çekip onlara doğru bakarak, “Kar yağıyor.” diye yanıtladı.

Shen Qingqiu bütün gece yatağında gözlerine uyku girmeden yatmıştı. Sonraki gün uyarı çanlarını duyduğu gibi bambu evinden dışarıya fırladı.

Çan sesi ikinci seferde daha da ısrarcı olmuştu, her bir çalmada Cang Qiong Tepesi’nde yankılanıyormuşçasına tok ve güçlü çıkıyordu. Her bir tepedeki müritler Gökkuşağı Köprüsü’nden Qing Jing Tepesi’ne toplanmışlardı. Herkes Qiong Ding Sarayı’nın dışına akın ederek orada toplanmışlardı, kalabalık olmasına rağmen mutlak sükûnet hâkimdi.

Shen Qingqiu, Cang Qiong Tepesi’nden saraya gitmeden önce çabucak eşyalarını yerleştirdi. Sarayın bir kısmında üç metre civarında uzun, beyaz, kristalden bir ayna vardı. An Ding Tepesi’nin yerini alan müridi dışında bütün Tepe Lordları burada toplanmış, asil bir zarafetin tasviri gibi durmaktaydılar.

Aynanın yansıması genişti, uzun dağları çevreleyen nehir akarken aralıklı sıralanmış birkaç beyaz çatı vardı.

Yue Qingyuan, “Ortası Luochuan Nehri’nin aktığı yer. Gökyüzüne bak.” dedi.

Görüntünün üzerinde uğursuz bir karanlık toplanmıştı- Siyah, mağaralarla dolu dağlar gürleyen bulutların ardından çıkmaya başlamıştı. Neredeyse muazzam bir şekilde tersine çevrilmiş, oyulmuş bir kuru kafa gibi kara bulutların arasından tüylerini ürpertiyor, boş delikler dünyaya tersten bakıyordu.

Bu, şeytanî Maigu Dağları’ydı.

Yue Qingyuan konuştu: “Dün gece başladığına dair haberleri aldık. İlk önce yalnızca aralıklı birkaç iri parça belirdi fakat bir saat içerisinde dağların biçimi belirginleşiverdi.

Tepe lordlarından birisi çok şaşırmıştı, “Bir saat içerisinde mi? Bu… çok hızlı!” diye bağırdı.

Hayır. Bu birleşmenin kusursuz bir şekilde olağan hızıydı. Tianlang-Jun sonuçta gerçekten de söylediği gibi “en iyi yeri” seçmişti. Müdahele etmeden manzara bir gün içerisinde görünür hâle gelecek, iki gün içerisinde iki âlem tamamıyla birleşecekti- iki güzel resmin parçalanarak ayrılıp sonradan birleştirilerek onlardan lekeli, karışık yeni bir resim oluşturmak gibiydi.

Liu Qingge ayakta dururken kollarını kavuşturmuştu, Cheng Luan kılıcını sıkıca tutuyordu. “Öyleyse daha hızlı hareket etmemiz lazım.”

Yue Qingyuan konuştu. “Her bir Tepe Lordu tepeden beraberinde iki-üç müridini getirecek. Yarım saat içerisinde Luochuan Nehri’nin ortasında olacağız.”

Sekt Lideri’nin emriyle birlikte Tepe Lordları anında dağıldı. Yarım saate oraya varmak onlara hazırlanmak için on dakikadan daha az bir süre veriyordu, çok hızlı olmalıydılar. Shen Qingqiu da hazırlanıp kendi adamlarını toplamak için dönecekti ki Yue Qingyuan ona seslenerek onu durdurdu. “Sen burada kalacaksın.”

Shen Qingqiu arkasını döndü. “Kıdemli, gitmem gerektiğini biliyorsun.”

Yue Qingyuan, “Kıdemsiz, kar yağışı ve Luochuan Nehri’nden başka ne biliyorsun?” diye yanıtladı.

Shen Qingqiu yavaşça, “Birleşmeyi durdurmak için öncelikle İblis’in Kalbi Kılıcı’nı çıkartmalıyız. Şu anda Maigu Dağı’nın kuru kafasında duruyor, Tianlang-Jun da onu besleyebilmek için orada olmalı.” diye yanıtladı.

Bu çözümün şu olduğu anlamına geliyordu: 1) İblis’in Kalbi Kılıcı’nı Yok Et, 2) Tianlang-Jun’u Öldür

Yue Qingyuan, “Sen burada kalacaksın.” diye ısrar etti.

Shen Qingqiu tam tekrardan konuşacaktı ki Yue Qingyuan elini Shen Qingqiu’yu doğrudan Qiong Ding Sarayı’nın içerisine kitleyecek bir bariyer yapmak üzereymiş gibi mühürleme hareketi yaparak kaldırdı.

Sekt Lideri patronluk taslamak üzereydi!

Shen Qingqiu doğruldu; sırtı, Xiu Ya Kılıcı’na ulaşmaya çalışsın mı çalışmasın mı karar vermeye çalışır gibi kasılmıştı. Tam o esnada sarayın dışarısından dehşete düşmüş, yıpranmış bir ses feryat etmişti. İkisi de anında dışarıya fırlayıp dışarıda müritlerin göstermekte oldukları yöne doğru baktılar. Shen Qingqiu sessizce soluğunu tuttu.

Bulutlar Cang Qiong Tepesi’nin üzerinde muazzam gelgitlerle engin bir deniz oluşturuyor, kan rengini yayıyordu. Kırmızı ışıklar gökyüzünü dik bir şekilde kesiyor, devasa alazlanmış kaya parçaları birer birer meteor gibi Cang Qiong Tepesi’ne düşüyorlardı.

Yue Qingyuan’ın ifadesi bocalamamıştı. Elini uzatıp uğuldadı; Xuan Shu-kılıcı, kını ve her şeyi- anında elinden uzanarak fırlamıştı. Shen Qingqiu her bir kaya parçasının küçük parçalara ayrılışını, binlerce ışıldayan közün aşağıya süzülüşünü gökyüzünde patlayan havaifişeklerin parlaması gibi izliyordu.

Kırmızı bulutlar kocaman bir krater gibi girdap yaparak dönüyordu, tepesi patlayan bir yanardağıydı adeta. İçinde arafta kalmış gibi acıyla kıvranan sayısız kol parçaları ve insan kafaları görebiliyorlardı.

S*kt*r, Sonsuz Uçurum- Cang Qiong Tepesi bu sefer gerçekten büyük ikramiyeyi kazanmıştı!!!

İçinden Shen Qingqiu amansızca sövsün: lanet olası Gökyüzüne Ateş Eden Uçak!

Birleşme yazacaksan bile en azından Cang Qiong Tepesi’nin Sonsuz Uçurum’la aynı yerde olacağını net bir şekilde belirtseydin!

Bu gelgit onları geçip gittikten sonra sonraki dalgada neyin gelebileceğini bilmiyorlardı. On İki Tepe tamamıyla Sonsuz Uçurum’la birleşip ateşle lav denizi olana, dünyanın cehennemi hâline gelene kadar ne kadar zamanları vardı bilmiyorlardı. Cang Qiong Tepesi artık kurtarılamazdı.

Yue Qingyuan An Ding Tepesi’nin yerine katılan müridine döndü. “Lütfen Zhao Hua Tapınağı’nın ustalarından yardım iste.” Ardından dönüp sesini yükseltti. “Buradaki bütün müritler, emirlerinize uyun. Sınır parçalanır parçalanmaz eşyalarınızı ardınızda bırakıp anında dağdan ayrılın!”

Bütün müritler yanıtlamadan önce kare hâlinde toplanmışlardı. “Anlaşıldı!”

Yue Qingyuan dönüp, “Kıdemsiz Qingqiu, sen de Luochuan’a gideceksin.” dedi.

Bai Zhan Tepesi’nden müritleriyle birlikte geri dönen Liu Qingge, “Peki sen ne yapacaksın, Sekt Ustası?” dedi.

Yue Qingyuan, “Zhao Hua’nın ustaları gelene değin elimden geldiğince bunu tutacağım. Sonra da size katılacağım.” diye yanıtladı.

Shen Qingqiu, “Kıdemli Sekt Lideri, tek başına iyi olacak mısın? Burada durmama ne dersin….” dedi.

Yue Qingyuan buna sahiden biraz gülmüştü. “Kalmanı istediğimde gitmek istiyor, gitmeni istediğimde de kalmak istiyorsun. Küçük… Kıdemsiz, seninle ne yapacağım ben?”

Liu Qingge onu çekip gitmeye koyulurken kısa ve öz bir şekilde konuştu. “Gitme zamanı. Bize sonradan katılacağını söylediyse, sonra katılacaktır.”

Nihayetinde, felaketle karşı karşıya olduklarında Cang Diong Tepesi efsun romanında en iyi sektten beklenecek onura sahipti. Artık acelesiz at arabaları ya da gelişigüzel ilerleyen kayıklar yoktu, binlerce kılıç gökyüzünde yıldırımdan daha hızlı bir şekilde uçuyordu. Birisi yukarıya baktığında tek göreceği şey kayan bir yıldız gibi ışık hızında geçen çizgiler olacaktı.

Bu manzara ne görkemli olmalıydı... Ufuktaki tehditkâr dağların herhangi bir dehşet olasılığının böylesine ihtişamlı bir görüntüyü getirmesi ne yazıktı.

An Ding Tepesi gerçekten de ustaların lojistiğiydi, son derece etkiliydiler. Zhao Hua Tapınağı’ndan destek çok çabucak gelmiş, sınırı desteklemekteydiler. Yue Qingyuan çabucak sınırı bırakıp diğerlerine yetişti. Yarım saat geçmeden Luochen Nehri’nin ortasına varmıştı.

Çok fazla olmalarından dolayı bir seferde birkaç grup olarak gruplar şeklinde inmek zorunda kalmışlardı. Luochen Nehri’nin iki tarafı da çoktan insanlarla dolmuştu: haberi duyup gelenlerin, garip görüler görenlerin, araştırmak için bütün klanlardan ve sektlerden efsuncuların cübbeleriyle her bir renk barınıyordu. Efsuncuların hepsi bölgedeki sivilleri boşaltmakla meşguldüler. Wu Wang ve Wu Chen, Zhao Hua Tapınağı’ndan onlara katılmak için getirdikleri bir gruba öncülük ediyorlardı.

Yue Qingyuan ellerini kavuşturup eğildi. “Ustalar, müridlerini yardım için yolladığınızdan dolayı en içten şükranlarımı sunarım. Diğer türlü korkarım ki Cang Qiong Tepesi’nin arkasında duran binlerce yıllık tarih anında yok edilecekti.”

Wu Wang genelde her zaman söyleyecek bir şeyi olan bir keşişti, ona rağmen bugün ifadesi mezar gibiydi ve tek bir kelime dahi etmiyordu. Aslında, yanıtlayan kişi kaşlarındaki terleri sildikten sonra Yüce Usta Wu Chen olmuştu. “Amitabha. Binlerce yıllık tarihi yok olmak üzere olan yalnız siz değilsiniz- Zhao Hua Tapınağı da neredeyse aynı kahredici zor durumla karşı karşıyaydı.”

Yue Qingyuan hafifçe şaşırmıştı. “Böyle bir durumla mı karşı karşıyaydı? Ustalar, Cang Qiong Tepesine yüzlerce mürit gönderdiniz- tapınağınızı korumaya yetecek kadarı kaldı mı?”

Shen Qingqiu’nun da kafası karışmıştı. Zhao Hua Tapınağı başka sektlere yardım etmek için kendilerini feda edecek raddeye gelmiş olabilirler miydi?

Wu Wang’in yüzü gittikçe soluyordu, Yüce Usta Wu Chen onun sessizliğini koruduğunu gördüğünde tek yapabileceği şey yanıtlayarak açıklamaktı. “Bu… gerçekten söylemesi zor bir şey. Bizi kurtaran şey kendi gücümüz değil, başkasından aldığımız yardımdı.”

Yue Qingyuan merakla, “Tanrı’nın Gözünden Bakanlar olabilir mi?” diye sordu. Tanrı’nın Gözünden Bakanlar küçük bir kuruluş ya da eğitim sekti gibi daima kontrolsüz ve acelesiz iş yapanlar olarak biliniyorlardı. Kendilerini olayların akışına bırakıp kendi kendilerine minik bir yardım yapmışlardı. Tapınağa yardım etmeyi başaranlar onlardıysa bu fazlasıyla şok edici olurdu.

Yüce Usta Wu Chen başını olumsuz anlamda salladı. “Huan Hua Sarayı’ydı.”

Shen Qingqiu’nun yelpazesi kelimeler dilinden çıktığı gibi donuvermişti. “Huan Hua Sarayı mı? O şeyin değil mi…”

Wu Wang’in yüzü konuşurken tamamıyla kül rengine bürünmüştü. “Evet. Luo Binghe’nın ta kendisiydi.”

Aniden, kenardan iki tane küçük kahkaha sesi duydular. Hafif, temiz bir ses kusursuz bir şekilde yapmacık bir tonlamaya sahipti. “Bu sefer sağladıklarımın şükranını kabul etmeye yeltenmedim. Bu durumda bir şey söylenmesi gerekirse, yalnızca Shizun’a yardım etmeye çalışıyordum.”

 *****


Önceki Bölüm  ― Sonraki Bölüm 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder