Zhuzi-Lang
nasıl bir saldırıyla karşı karşıya olduğunu tam olarak göremeden bir dizi
üstüne düşüp ağız dolusu kan öksürdü. Başını tekrardan kaldırdığında yatakta
bir kişi daha vardı. Luo Binghe bir koluyla Shen Qingqiu’yu sarmalamış ve şu
anda ona bakmaktaydı. Zhuzhi-Lang ilk önce şaşırdı fakat hemen ardından çabucak
jeton düşüverdi. “Sen? Usta Shen? Siz ikiniz!”
Shen
Qingqiu avuç içini alnına yapıştırdı. Konuşmak istemiyordu. Luo Binghe diğer
elini kaldırıp havayı tutar gibi bir hareket yaptı. Zhuzhi-Lang’in bedeni
birdenbire havaya kalkarken boğazında birkaç tane siyah parmak izi belirmişti.
Shen
Qingqiu, “Öldürme onu. Başımıza sonsuz dert açar. Ayrıca, işler düşündüğün gibi
değil…” dedi.
Luo
Binghe’nın ağzı sıkıca kapalıydı, elinin üstündeki damarlar eli kıvrıldıkça
belirginleşiyordu. Zhuzhi-Lang’in yüzü yavaşça maviye dönüyordu fakat hâlâ
hiçbir acı belirtisi göstermemek için inatçıydı.
Tam o
esnada, dışarıdan başka bir ses geldi.
“Tepe Lordu Shen, gelebilir miyim?”
Bu gece
niye bu kadar hareketli?! İti an çomağı hazırla gerçekten, çok fazla ziyaretçi
var!
Çadırda
üç tane insanın siması vardı, birisi boğulurken diğerleri izliyordu; hepsi
siyahtı. Shen Qingqiu havada asılı bir şekilde boğulmakta olan Zhuzhi-Lang’i,
ardından da Luo Binghe’yı işaret etti. Kollarını ‘X’ şekline sokmadan önce
kelleyi uçurma işaretini yaptı, her şey büyük bir karmaşa içerisindeydi. Luo
Binghe’nın anlayıp anlamadığını bilmiyordu çünkü bir olumlu bir olumsuz başını
sallamıştı. Böyle bir durum içerisindeyken elbette kimse dışarıdaki kişiye
cevap veremezdi. Birkaç saniyelik sessizliğin ardından Tianlang-Jun, “Giriyorum.”
dedi.
Amcasına
bak yeğenini al- ikisi de içeriye gelmeden önce sormuş olmak için soran
kişilerdi!
Sonuç
olarak, Tianlang-Jun içeriye girdiğinde, aynen bu sahneyi görmüştü:
Zhuzhi-Lang’le
Shen Qingqiu’nun arkalarındaki örtü yığını fazlasıyla yüksek ve pasaklı bir
şekilde tepelenmişken yatakta boğuşarak yuvarlanıyorlardı. İçeriye geldiğini
gördüklerinde ikisi de anında başlarını oraya çevirmişlerdi, iki çift gözle iki
yüz de aynı korku ifadesini taşıyordu, birbirlerine karışmış solgun tenleri al
al olmuştu. Shen Qingqiu’nun üst cübbesinin yarısı hâlâ dirseklerinden
sarkarken kendisini yarı çıplak bıraktırmıştı.
Tianlang-Jun
tuhaf bir tip olmasına rağmen bu sahneyi gördüğünde gülümsemesi bir süreliğine
donuverdi.
Uzun bir
duraklamanın ardından, sonunda hafifçe “Bunu gerçekten beklemiyordum.”
diyebilmişti.
Zhuzhi-Lang
utançtan al al olmuştu. “Lordum, işler biraz karmaşık ama her hâlükârda
düşündüğünüz gibi değil…”
Bedeni
Luo Binghe’nın saklandığı örtüleri engelliyordu; Shen Qingqiu yarı yarıya onun
üzerindeyken Luo Binghe’nın Zhuzhi-Lang’in şahdamarını sıkı sıkıya tutmakta
olan elini tamamıyla örtüyordu. Böylesine karmakarışık bir durumda yatağı
çevreleyen sinekliğin de dalgalanması eklenince gerçekten de orada üçüncü bir
kişinin olduğunu söylemek zordu, en azından kısa bir süreliğine. Tianlang-Jun
başını sallayarak “Açıklamana gerek yok, anlıyorum. Her şeyi anladım.” dedi.
İlkbahar
Zamanında Dağdaki Kırgınlık’ı dinlemeye olan aşkı ve böyle şeyleri yavaşça
düşünmeye itmesi de eklenince “Anladım” dediğinde Shen Qingqiu’nun kesinlikle
olayı açıklaması gerektiği anlamına geliyordu!
Shen
Qingqiu, “Ekselansları gecenin bir yarısı ne amaçla ziyarette bulundu? Bir
sorun varsa, açıkça söyleyin, yoksa dinleneceğim, teşekkür ediyorum.” dedi.
Tianlang-Jun,
“Aslında, önemli bir şey yoktu. Benim tarafımca küçük bir kargaşa oldu, hepsi
bu. Zhuzhi-Lang’in nereye gittiğini bilmiyordum, o nedenle bakmak için ilk
buraya gelmiştim. Gelgelelim yanlış bir zamanda gelmişim. Önemi yok, devam edin
lütfen. Umursamıyorum.” dedi.
Zhuzhi-Lang,
“Lordum…”
Tek bir
kelime daha söylerse Luo Binghe daha da sıkacaktı;
Bacağını
hafifçe bile olsa hareket ettirse Luo Binghe daha da sıkacaktı;
Durumu
düzeltmeye çalışırsa Luo Binghe daha da sıkacaktı;
Zhuzhi-Lang’in
şahdamarından akmakta olan şeytanî enerjiyi acı bir şekilde sıkması tam
anlamıyla Shen Qingqiu’nun ağzının tadını bozuyordu.
Zhuzhi-Lang
onu neyin boğduğunu bilmiyordu, yalnızca göğsünde ciddi bir tıkanma
hissediyordu.
Shen
Qingqiu: “Pekâlâ, kibarlığınız için teşekkür ediyorum. O durumda, devam edelim.
Rahat davranın lütfen.”
Fakat
Tianlang-Jun gitme gibi bir niyeti var gibi görünmüyordu. Onun yerine, tabure
bulup oturmuştu.
Sakin
sakin, “Tepe Lordu Shen niçin konuyu irdelemeyip bana ‘küçük kargaşa’nın tam
olarak ne olduğunu sormadı? Bu önceki ilgili ve hırslı tutumunuzla bir hayli tezatlık
taşıyor.” dedi.
Anlaşılan
o ki kolayca baştan savılamayacaktı. Shen Qingqiu sorunların hiçbir zaman
bitmeyeceği hissine kapıldı, fakat onun yerine, sakinleşerek gülümsedi.
“Tianlang-Jun gözlemlemeyi seviyorsa konuşup heyecan katmada bir sakınca
görmüyorum. Lütfen devam edin.”
Tianlang-Jun
“heyecan katsaydı” bari. “Bundan çok önce sayılmaz, yanıma yerleştirdiğim
İblis’in Kalbi kılıcı aniden fırlayıp kendi kendine havada asılıverdi,
durmaksızın titriyordu. Açık bir şekilde kimse onu kontrol etmiyordu fakat bu
tarz bir olağanüstü durum gerçekten gözden kaçırılması fazlasıyla zor bir
durum.”
Shen
Qingqiu anında anlayıverdi. Hemen ardından, Luo Binghe’nın bitiremediği
“yalnızca endişelenilecek bir şey var” cümlesinde İblis’in Kalbi kılıcından
bahsettiğini anlamıştı. Nihayetinde o, kendisinin yıllarca yanından ayırmadığı
kılıcıydı. Asıl sahibi yakınlarda belirdiğinde bir şekilde tepkiler verecekti.
Shen
Qingqiu, “Bu gerçekten de tuhaf. Yine de, korkarım ki Tianlang-Jun’un gelip de benimle
bunu konuşması için çok da bir mânâsı yok.” dedi.
Tianlang-Jun
yavaşça doğruldu. “Elbette ki Tepe Lordu’yla bunu konuşmanın pek bir mânâsı
yok. Lakin yaramaz çocuk Tepe Lordu’nu görmek için geldiğinde fazlasıyla mânâsı
olacak.”
İki
cümleyi parça parça ayırarak söyledi. Her bir cümlenin yarısında yatağa doğru
bir adım daha yaklaştı.
Zhuzhi-Lang
açıkça Luo Binghe tarafından gizliden gizliye şahdamarı sıkıştırılırken Shen
Qingqiu tarafından da bastırılıyordu. Tianlang-Jun yakına geldikçe, adım adım,
ustayla mürit onu kavradıkça kavrıyorlardı. Zhuzhi-Lang gerçekten… son derece
masum ve bir o kadar da şanssızdı.
Tianlang-Jun
elini kaldırıp sinekliği kenara itecekti ki çadırın dışında aniden vahşi bir
hayvanın acı acı bağırarak uğuldaması yankılandı. Anında elini çekip bakmak
için oraya döndü.
Beyaz
çadırın dışarısında, gökyüzünde ateşler saçılıyordu. Uçan siyah gölgeler vahşi
hayvanların boğuk ve bitkin karışımı bağırışlarıyla birlikte kendilerini her
yöne fırlatıyorlardı.
“İstilacı var!”
“Çevreleyin!
Çevreleyin onu! Herkes onu çevrelesin!”
“Kaçmasına izin vermeyin!”
“-birisini öldürdü-!”
Kılıçlar
gökyüzünü delen oklar gibi birbirlerine vuruyor, sesleri dişlerle pençelerin
eti yırtma sesleriyle karışıyordu. Tianlang-Jun çadırdan fırlamadan önce tek bir
kelime diyecek zaman bulamamıştı. Shen Qingqiu tekrardan gergin ve kaygılı ruh
hâline girmişti. İstilacı da tam zamanında gelmişti!
Luo
Binghe yatağı ters çevirerek Shen Qingqiu’yla sabit bir şekilde durmasını
sağlarken Zhuzhi-Lang yere fırlamıştı, hâlâ bir süreliğine hareket edemiyordu.
Shen Qingqiu başını öne eğerek, “Az öncesi için teşekkür ederim.” dedi.
Zhuzhi-Lang
kişisel güvenliğini dikkate almadan sadakat seviyesi nedeniyle onları net
dillendirmeye bile gerek duymaksızın, “Lordum! Onlar! O ikisi!” diye
bağırabilir, ki bununla Shen Qingqiu’ya incelikle yardım ediyormuş gibi
sayılabilirdi. Zhuzhi-Lang dediğini duyduğunda iç çekip “Bu ast anlıyor.” dedi.
Shen
Qingqiu, “Neyi anlıyor?”
Luo
Binghe sabırsızca, “Onunla konuşarak neden zaman harcıyorsun?” dedi.
Zhuzhi-Lang
başını kaldırıp içtenlikle, “Usta Shen’in aşk hastalığının acısını azaltmak
için ikinizin gecenin bir yarısında buluşması gerekiyor. Ününü lekelememesi
kaçınılmaz olsa bile mazur görülebilir.”
Shen
Qingqiu: “…”
Gerçekten
de onunla konuşarak vakit kaybetmesine gerek yokmuş!
Ustayla
mürit çadırdan sıvışırken yalnızca Nan Jiang iblis ırkı sürüsünün yoğun ve
karanlık yığınlarıyla boşlukta bir şeyi çevrelediklerini görebilmişti. İki kar
beyazı, parıldayan şekil kalabalık arasında özellikle parıldıyordu. Şekillerden
birisi soğuk ve acımasız bir kılıçtı; diğeri de bir insandı ve geçtikleri her
yeri yok edip yıkıyorlardı. Kuşatma saldırmaya devam ediyordu fakat devamlılığı
iblis ırkından yeni askerlerle sağlanıyordu.
Tianlang-Jun’un
hayranlıkla içten bağırışı gece rüzgârıyla süzüldü. “Harika kılıç teknikleri.
Harika ruhanî enerji!”
Yeni
gelen zırhla donatılmış devasa bir kurdun kafasında oturuyordu, birisinin
kellesini yalnız elleriyle uçurmuştu. Beyaz kıyafetleri yüzüne nazaran tek bir
kan lekesiyle bile kirletilmemişti
Bu denli
çarpıcı, sade, sert, saldır dediğimde saldır şeklindeki dövüş tarzıyla korkarım
ki düşman kampından kimse onun merhametli davrandığını bilmeyeceklerdi,
gerçekten de Bai Zhan Tepesi’nin saldırgan ve cengâver ünü nam salmıştı.
O Liu
Qingge’ydı.
İki devasa
kar beyazı kurt, hayvan sürüsünün arasından atılıp Tianlang-Jun’un ayaklarına
kapandı. İçlerinden birisi başını kaldırdı, ağzından insan sesi geliyordu.
“Lordum, o Cang Qiong Dağı’ndan Bai Zhan Tepesi’nin Tepe Lordu Liu
Qingge’ymış!”
Tianlang-Jun
başını salladı. “Anlıyorum. Kılıç tekniğiyle ruhanî enerjisinin bu denli
büyüleyici olmasına şaşmamalı. Yalnız, Bai Zhan Tepesi’nin Tepe Lordu’nun neden
bir anda teşrif ederek Nan Jiang’ı onurlandırdığını anlayabildiğimden emin
değilim?”
Liu
Qingge hafifçe yana hareket ederek Cheng Luan kılıcını eline geri çağırdı.
Kılıcının ucuna vurarak kanları saçarken soğuk bir şekilde, “Shen Qingqiu
burada mı?” diye sordu.
Shen
Qingqiu gerçekten de gururunun okşandığını hissetti. Nasıl yani, Meşhur Usta
Liu onu kurtarmaya mı gelmişti?
Luo
Binghe yüzündeki ifadeye bir bakış atıp dudaklarını birbirine bastırdı.
Tianlang-Jun
aniden aydınlandı. “Yani Tepe Lordu Shen için geldin. Burada benimle olduğu
doğrudur.”
Liu
Qingge, “Ona dışarıya çıkmasını söyle.” dedi.
Tianlang-Jun
kuşkulu bir tonlamayla, “Korkarım ki şu anda müsait değil. Onu görsen bile
seninle Cang Qiong Dağı’na geri dönmeyi istemeyecektir de zaten.” dedi.
Shen
Qingqiu gerçekten de niçin yakınacağını şaşırmıştı. Liu Qingge’nın gözleri
kısıldı. Tianlang-Jun’un ayaklarının dibindeki devasa kurtlardan birisi, “Ne
Bai Zhan Tepesi? Buradan görebildiğim tek şey bunun pek de doğru olmadığı. Bu
Liu Qingge’nın velet Luo Binghe’yla daha önceden savaşıp defalarca kaybettiğini
duydum; uzun zamandır adını hak etmiyor. Bu raddede daha çok “Doksan Dokuz
Savaş Tepesi” denmesi lazım.*” dedi.
(Bai Zhan Tepesi 100 Savaş Tepesi demek ama burada “daima galip” anlamına
gelen bir deyime gönderme yapmakta, Luo Binghe’ya mağlup olduğundan bu adı hak
etmediğine getiriyor.)
Diğer
devasa kurt, “Hayır, “Doksan Sekiz Savaş Tepesi” denmeli. Lordumuzla yüzleşirse
şüphesiz onda da mağlup olacaktır!” diye devam ettirdi.
Bu iki
hayvan fazlasıyla kinayeliydi. İkisi de pohpohlayıcı ve kinayeliydi!
Birileri
aynı fikirde olmadıklarında savaşırlardı.
Ayağını
hafifçe bir vurmasıyla Liu Qingge’nın şekli beyaz ışık gibi fırlayıverdi.
Tianlang-Jun’un savaşta onunla yüzleşmek için acelesi yoktu. Pervasızca elini
şaklatıp parmaklarından taze kanlar fırlattı. Kan damlaları yerle temas
ettiğinde toprağa sızmamıştı, onun yerine katı bir şekille sıkılaşarak anında
Liu Qingge’yı çevreleyen altı tane kırmızı kürklü kurda dönüştüler, ateşten bir
yüzük gibi etrafında çember çizerek onu ısırmaya çalışıp saldırıyorlardı.
Liu
Qingge bu meydan okumadan daha üstündü. Cheng Luan etrafı süpürerek altı kurdun
kellesini de uçurup onları tekrardan sıvı hâle döndürtmüştü. Fakat kılıç
etrafta dönerken kan kurtları çabucak pıhtılaşarak eski hâllerine gelip
dişlerini açarak pençe atmaya devam ettiler. Saldırılar kesin ve kusurlu
olabilmek için fazla güçlü olsalar bile hiçbir sonuç vermiyorlardı.
Tianlang-Jun hâlâ kan sızdırmakta olan elini geriye çekmiyordu da. Miskin
miskin uzattıkça kan damlaları düşüyor, sonu gelmeyecek şekilde yeni vahşi
yaratıklar ortaya çıkartıyordu.
Bu kadar
kan kaybetmesinin ardından Tianlang-Jun’un yüzü en ufak bir solma bile
göstermemişti. Taşınabilir kan deposu filan mı vardı?!
İyi ya da
kötü, Liu Qingge kendini kurtarmak zorundaydı ki Shen Qingqiu olayı farklı bir
şekilde izlemeye devam etmesindi. Tam hamle yapacaktı ki Luo Binghe ışınlanarak
ondan bir adım önde hareket etti.
Tianlang-Jun
ona bakıyordu. “Tahmin ettiğim gibi, gelmişsin.”
Luo
Binghe soğuk bir şekilde, “Shizun burada, nasıl gelmeyeyim?” dedi.
Tianlang-Jun
kahkaha attı. “Zhuzhi-Lang, yüzüne baksana şunun. Soğuk, çatık kaşlı ifadesine
bakmak gerçekten beni mutlu ediyor… Hm? Zhuzhi-Lang?” ancak o zaman
Zhuzhi-Lang’in hâlâ gelmediğini fark etmişti, hüsrana uğramış bir ifade
takındı. Düşmanlar karşı karşıya geldiklerinde kaçınılmaz surette fazlasıyla
öfkelenirlerdi. Liu Qingge yandan konuşmak üzereydi ki aniden Shen Qingqiu’yu
fark etti. Atıp tutacağı her şeyi unutup olduğu yerde donakaldı. “Hey!” diye
bağırdı.
Shen
Qingqiu ona el salladı. Tianlang-Jun’un hayretler içindeki ifadesi azalmamıştı;
aksine, iyice belirginleşiyordu. Luo Binghe’ya, “Yani… az önce… siz… içeride…
üçünüzdünüz?” dedi.
Tek bir
cümle ve altı kelime sarf etmişti ama Shen Qingqiu yine de neyi ima ettiğini
gayet net anlamıştı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder