20 Nisan 2021 Salı

THE SCUM VILLAIN'S SELF-SAVING SYSTEM - BÖLÜM 65: BU ARKADAŞ GRUBU GERÇEKTEN DE BERBAT

 

Zhuzi-Lang nasıl bir saldırıyla karşı karşıya olduğunu tam olarak göremeden bir dizi üstüne düşüp ağız dolusu kan öksürdü. Başını tekrardan kaldırdığında yatakta bir kişi daha vardı. Luo Binghe bir koluyla Shen Qingqiu’yu sarmalamış ve şu anda ona bakmaktaydı. Zhuzhi-Lang ilk önce şaşırdı fakat hemen ardından çabucak jeton düşüverdi. “Sen? Usta Shen? Siz ikiniz!”

Shen Qingqiu avuç içini alnına yapıştırdı. Konuşmak istemiyordu. Luo Binghe diğer elini kaldırıp havayı tutar gibi bir hareket yaptı. Zhuzhi-Lang’in bedeni birdenbire havaya kalkarken boğazında birkaç tane siyah parmak izi belirmişti.

Shen Qingqiu, “Öldürme onu. Başımıza sonsuz dert açar. Ayrıca, işler düşündüğün gibi değil…” dedi.

Luo Binghe’nın ağzı sıkıca kapalıydı, elinin üstündeki damarlar eli kıvrıldıkça belirginleşiyordu. Zhuzhi-Lang’in yüzü yavaşça maviye dönüyordu fakat hâlâ hiçbir acı belirtisi göstermemek için inatçıydı.

Tam o esnada, dışarıdan başka bir ses geldi.

 “Tepe Lordu Shen, gelebilir miyim?”

Bu gece niye bu kadar hareketli?! İti an çomağı hazırla gerçekten, çok fazla ziyaretçi var!

Çadırda üç tane insanın siması vardı, birisi boğulurken diğerleri izliyordu; hepsi siyahtı. Shen Qingqiu havada asılı bir şekilde boğulmakta olan Zhuzhi-Lang’i, ardından da Luo Binghe’yı işaret etti. Kollarını ‘X’ şekline sokmadan önce kelleyi uçurma işaretini yaptı, her şey büyük bir karmaşa içerisindeydi. Luo Binghe’nın anlayıp anlamadığını bilmiyordu çünkü bir olumlu bir olumsuz başını sallamıştı. Böyle bir durum içerisindeyken elbette kimse dışarıdaki kişiye cevap veremezdi. Birkaç saniyelik sessizliğin ardından Tianlang-Jun, “Giriyorum.” dedi.

Amcasına bak yeğenini al- ikisi de içeriye gelmeden önce sormuş olmak için soran kişilerdi!

Sonuç olarak, Tianlang-Jun içeriye girdiğinde, aynen bu sahneyi görmüştü:

Zhuzhi-Lang’le Shen Qingqiu’nun arkalarındaki örtü yığını fazlasıyla yüksek ve pasaklı bir şekilde tepelenmişken yatakta boğuşarak yuvarlanıyorlardı. İçeriye geldiğini gördüklerinde ikisi de anında başlarını oraya çevirmişlerdi, iki çift gözle iki yüz de aynı korku ifadesini taşıyordu, birbirlerine karışmış solgun tenleri al al olmuştu. Shen Qingqiu’nun üst cübbesinin yarısı hâlâ dirseklerinden sarkarken kendisini yarı çıplak bıraktırmıştı.

Tianlang-Jun tuhaf bir tip olmasına rağmen bu sahneyi gördüğünde gülümsemesi bir süreliğine donuverdi.

Uzun bir duraklamanın ardından, sonunda hafifçe “Bunu gerçekten beklemiyordum.” diyebilmişti.

Zhuzhi-Lang utançtan al al olmuştu. “Lordum, işler biraz karmaşık ama her hâlükârda düşündüğünüz gibi değil…”

Bedeni Luo Binghe’nın saklandığı örtüleri engelliyordu; Shen Qingqiu yarı yarıya onun üzerindeyken Luo Binghe’nın Zhuzhi-Lang’in şahdamarını sıkı sıkıya tutmakta olan elini tamamıyla örtüyordu. Böylesine karmakarışık bir durumda yatağı çevreleyen sinekliğin de dalgalanması eklenince gerçekten de orada üçüncü bir kişinin olduğunu söylemek zordu, en azından kısa bir süreliğine. Tianlang-Jun başını sallayarak “Açıklamana gerek yok, anlıyorum. Her şeyi anladım.” dedi.

İlkbahar Zamanında Dağdaki Kırgınlık’ı dinlemeye olan aşkı ve böyle şeyleri yavaşça düşünmeye itmesi de eklenince “Anladım” dediğinde Shen Qingqiu’nun kesinlikle olayı açıklaması gerektiği anlamına geliyordu!

Shen Qingqiu, “Ekselansları gecenin bir yarısı ne amaçla ziyarette bulundu? Bir sorun varsa, açıkça söyleyin, yoksa dinleneceğim, teşekkür ediyorum.” dedi.

Tianlang-Jun, “Aslında, önemli bir şey yoktu. Benim tarafımca küçük bir kargaşa oldu, hepsi bu. Zhuzhi-Lang’in nereye gittiğini bilmiyordum, o nedenle bakmak için ilk buraya gelmiştim. Gelgelelim yanlış bir zamanda gelmişim. Önemi yok, devam edin lütfen. Umursamıyorum.” dedi.

Zhuzhi-Lang, “Lordum…”

Tek bir kelime daha söylerse Luo Binghe daha da sıkacaktı;

Bacağını hafifçe bile olsa hareket ettirse Luo Binghe daha da sıkacaktı;

Durumu düzeltmeye çalışırsa Luo Binghe daha da sıkacaktı;

Zhuzhi-Lang’in şahdamarından akmakta olan şeytanî enerjiyi acı bir şekilde sıkması tam anlamıyla Shen Qingqiu’nun ağzının tadını bozuyordu.

Zhuzhi-Lang onu neyin boğduğunu bilmiyordu, yalnızca göğsünde ciddi bir tıkanma hissediyordu.

Shen Qingqiu: “Pekâlâ, kibarlığınız için teşekkür ediyorum. O durumda, devam edelim. Rahat davranın lütfen.”

Fakat Tianlang-Jun gitme gibi bir niyeti var gibi görünmüyordu. Onun yerine, tabure bulup oturmuştu.

Sakin sakin, “Tepe Lordu Shen niçin konuyu irdelemeyip bana ‘küçük kargaşa’nın tam olarak ne olduğunu sormadı? Bu önceki ilgili ve hırslı tutumunuzla bir hayli tezatlık taşıyor.” dedi.

Anlaşılan o ki kolayca baştan savılamayacaktı. Shen Qingqiu sorunların hiçbir zaman bitmeyeceği hissine kapıldı, fakat onun yerine, sakinleşerek gülümsedi. “Tianlang-Jun gözlemlemeyi seviyorsa konuşup heyecan katmada bir sakınca görmüyorum. Lütfen devam edin.”

Tianlang-Jun “heyecan katsaydı” bari. “Bundan çok önce sayılmaz, yanıma yerleştirdiğim İblis’in Kalbi kılıcı aniden fırlayıp kendi kendine havada asılıverdi, durmaksızın titriyordu. Açık bir şekilde kimse onu kontrol etmiyordu fakat bu tarz bir olağanüstü durum gerçekten gözden kaçırılması fazlasıyla zor bir durum.”

Shen Qingqiu anında anlayıverdi. Hemen ardından, Luo Binghe’nın bitiremediği “yalnızca endişelenilecek bir şey var” cümlesinde İblis’in Kalbi kılıcından bahsettiğini anlamıştı. Nihayetinde o, kendisinin yıllarca yanından ayırmadığı kılıcıydı. Asıl sahibi yakınlarda belirdiğinde bir şekilde tepkiler verecekti.

Shen Qingqiu, “Bu gerçekten de tuhaf. Yine de, korkarım ki Tianlang-Jun’un gelip de benimle bunu konuşması için çok da bir mânâsı yok.” dedi.

Tianlang-Jun yavaşça doğruldu. “Elbette ki Tepe Lordu’yla bunu konuşmanın pek bir mânâsı yok. Lakin yaramaz çocuk Tepe Lordu’nu görmek için geldiğinde fazlasıyla mânâsı olacak.”

İki cümleyi parça parça ayırarak söyledi. Her bir cümlenin yarısında yatağa doğru bir adım daha yaklaştı.

Zhuzhi-Lang açıkça Luo Binghe tarafından gizliden gizliye şahdamarı sıkıştırılırken Shen Qingqiu tarafından da bastırılıyordu. Tianlang-Jun yakına geldikçe, adım adım, ustayla mürit onu kavradıkça kavrıyorlardı. Zhuzhi-Lang gerçekten… son derece masum ve bir o kadar da şanssızdı.

Tianlang-Jun elini kaldırıp sinekliği kenara itecekti ki çadırın dışında aniden vahşi bir hayvanın acı acı bağırarak uğuldaması yankılandı. Anında elini çekip bakmak için oraya döndü.

Beyaz çadırın dışarısında, gökyüzünde ateşler saçılıyordu. Uçan siyah gölgeler vahşi hayvanların boğuk ve bitkin karışımı bağırışlarıyla birlikte kendilerini her yöne fırlatıyorlardı.

 “İstilacı var!”

“Çevreleyin! Çevreleyin onu! Herkes onu çevrelesin!”

 “Kaçmasına izin vermeyin!”

 “-birisini öldürdü-!”

Kılıçlar gökyüzünü delen oklar gibi birbirlerine vuruyor, sesleri dişlerle pençelerin eti yırtma sesleriyle karışıyordu. Tianlang-Jun çadırdan fırlamadan önce tek bir kelime diyecek zaman bulamamıştı. Shen Qingqiu tekrardan gergin ve kaygılı ruh hâline girmişti. İstilacı da tam zamanında gelmişti!

Luo Binghe yatağı ters çevirerek Shen Qingqiu’yla sabit bir şekilde durmasını sağlarken Zhuzhi-Lang yere fırlamıştı, hâlâ bir süreliğine hareket edemiyordu. Shen Qingqiu başını öne eğerek, “Az öncesi için teşekkür ederim.” dedi.

Zhuzhi-Lang kişisel güvenliğini dikkate almadan sadakat seviyesi nedeniyle onları net dillendirmeye bile gerek duymaksızın, “Lordum! Onlar! O ikisi!” diye bağırabilir, ki bununla Shen Qingqiu’ya incelikle yardım ediyormuş gibi sayılabilirdi. Zhuzhi-Lang dediğini duyduğunda iç çekip “Bu ast anlıyor.” dedi.

Shen Qingqiu, “Neyi anlıyor?”

Luo Binghe sabırsızca, “Onunla konuşarak neden zaman harcıyorsun?” dedi.

Zhuzhi-Lang başını kaldırıp içtenlikle, “Usta Shen’in aşk hastalığının acısını azaltmak için ikinizin gecenin bir yarısında buluşması gerekiyor. Ününü lekelememesi kaçınılmaz olsa bile mazur görülebilir.”

Shen Qingqiu: “…”

Gerçekten de onunla konuşarak vakit kaybetmesine gerek yokmuş!

Ustayla mürit çadırdan sıvışırken yalnızca Nan Jiang iblis ırkı sürüsünün yoğun ve karanlık yığınlarıyla boşlukta bir şeyi çevrelediklerini görebilmişti. İki kar beyazı, parıldayan şekil kalabalık arasında özellikle parıldıyordu. Şekillerden birisi soğuk ve acımasız bir kılıçtı; diğeri de bir insandı ve geçtikleri her yeri yok edip yıkıyorlardı. Kuşatma saldırmaya devam ediyordu fakat devamlılığı iblis ırkından yeni askerlerle sağlanıyordu.

Tianlang-Jun’un hayranlıkla içten bağırışı gece rüzgârıyla süzüldü. “Harika kılıç teknikleri. Harika ruhanî enerji!”

Yeni gelen zırhla donatılmış devasa bir kurdun kafasında oturuyordu, birisinin kellesini yalnız elleriyle uçurmuştu. Beyaz kıyafetleri yüzüne nazaran tek bir kan lekesiyle bile kirletilmemişti

Bu denli çarpıcı, sade, sert, saldır dediğimde saldır şeklindeki dövüş tarzıyla korkarım ki düşman kampından kimse onun merhametli davrandığını bilmeyeceklerdi, gerçekten de Bai Zhan Tepesi’nin saldırgan ve cengâver ünü nam salmıştı.

O Liu Qingge’ydı.

İki devasa kar beyazı kurt, hayvan sürüsünün arasından atılıp Tianlang-Jun’un ayaklarına kapandı. İçlerinden birisi başını kaldırdı, ağzından insan sesi geliyordu. “Lordum, o Cang Qiong Dağı’ndan Bai Zhan Tepesi’nin Tepe Lordu Liu Qingge’ymış!”

Tianlang-Jun başını salladı. “Anlıyorum. Kılıç tekniğiyle ruhanî enerjisinin bu denli büyüleyici olmasına şaşmamalı. Yalnız, Bai Zhan Tepesi’nin Tepe Lordu’nun neden bir anda teşrif ederek Nan Jiang’ı onurlandırdığını anlayabildiğimden emin değilim?”

Liu Qingge hafifçe yana hareket ederek Cheng Luan kılıcını eline geri çağırdı. Kılıcının ucuna vurarak kanları saçarken soğuk bir şekilde, “Shen Qingqiu burada mı?” diye sordu.

Shen Qingqiu gerçekten de gururunun okşandığını hissetti. Nasıl yani, Meşhur Usta Liu onu kurtarmaya mı gelmişti?

Luo Binghe yüzündeki ifadeye bir bakış atıp dudaklarını birbirine bastırdı.

Tianlang-Jun aniden aydınlandı. “Yani Tepe Lordu Shen için geldin. Burada benimle olduğu doğrudur.”

Liu Qingge, “Ona dışarıya çıkmasını söyle.” dedi.

Tianlang-Jun kuşkulu bir tonlamayla, “Korkarım ki şu anda müsait değil. Onu görsen bile seninle Cang Qiong Dağı’na geri dönmeyi istemeyecektir de zaten.” dedi.

Shen Qingqiu gerçekten de niçin yakınacağını şaşırmıştı. Liu Qingge’nın gözleri kısıldı. Tianlang-Jun’un ayaklarının dibindeki devasa kurtlardan birisi, “Ne Bai Zhan Tepesi? Buradan görebildiğim tek şey bunun pek de doğru olmadığı. Bu Liu Qingge’nın velet Luo Binghe’yla daha önceden savaşıp defalarca kaybettiğini duydum; uzun zamandır adını hak etmiyor. Bu raddede daha çok “Doksan Dokuz Savaş Tepesi” denmesi lazım.*” dedi.

(Bai Zhan Tepesi 100 Savaş Tepesi demek ama burada “daima galip” anlamına gelen bir deyime gönderme yapmakta, Luo Binghe’ya mağlup olduğundan bu adı hak etmediğine getiriyor.)

Diğer devasa kurt, “Hayır, “Doksan Sekiz Savaş Tepesi” denmeli. Lordumuzla yüzleşirse şüphesiz onda da mağlup olacaktır!” diye devam ettirdi.

Bu iki hayvan fazlasıyla kinayeliydi. İkisi de pohpohlayıcı ve kinayeliydi!

Birileri aynı fikirde olmadıklarında savaşırlardı.

Ayağını hafifçe bir vurmasıyla Liu Qingge’nın şekli beyaz ışık gibi fırlayıverdi. Tianlang-Jun’un savaşta onunla yüzleşmek için acelesi yoktu. Pervasızca elini şaklatıp parmaklarından taze kanlar fırlattı. Kan damlaları yerle temas ettiğinde toprağa sızmamıştı, onun yerine katı bir şekille sıkılaşarak anında Liu Qingge’yı çevreleyen altı tane kırmızı kürklü kurda dönüştüler, ateşten bir yüzük gibi etrafında çember çizerek onu ısırmaya çalışıp saldırıyorlardı.

Liu Qingge bu meydan okumadan daha üstündü. Cheng Luan etrafı süpürerek altı kurdun kellesini de uçurup onları tekrardan sıvı hâle döndürtmüştü. Fakat kılıç etrafta dönerken kan kurtları çabucak pıhtılaşarak eski hâllerine gelip dişlerini açarak pençe atmaya devam ettiler. Saldırılar kesin ve kusurlu olabilmek için fazla güçlü olsalar bile hiçbir sonuç vermiyorlardı. Tianlang-Jun hâlâ kan sızdırmakta olan elini geriye çekmiyordu da. Miskin miskin uzattıkça kan damlaları düşüyor, sonu gelmeyecek şekilde yeni vahşi yaratıklar ortaya çıkartıyordu.

Bu kadar kan kaybetmesinin ardından Tianlang-Jun’un yüzü en ufak bir solma bile göstermemişti. Taşınabilir kan deposu filan mı vardı?!

İyi ya da kötü, Liu Qingge kendini kurtarmak zorundaydı ki Shen Qingqiu olayı farklı bir şekilde izlemeye devam etmesindi. Tam hamle yapacaktı ki Luo Binghe ışınlanarak ondan bir adım önde hareket etti.

Tianlang-Jun ona bakıyordu. “Tahmin ettiğim gibi, gelmişsin.”

Luo Binghe soğuk bir şekilde, “Shizun burada, nasıl gelmeyeyim?” dedi.

Tianlang-Jun kahkaha attı. “Zhuzhi-Lang, yüzüne baksana şunun. Soğuk, çatık kaşlı ifadesine bakmak gerçekten beni mutlu ediyor… Hm? Zhuzhi-Lang?” ancak o zaman Zhuzhi-Lang’in hâlâ gelmediğini fark etmişti, hüsrana uğramış bir ifade takındı. Düşmanlar karşı karşıya geldiklerinde kaçınılmaz surette fazlasıyla öfkelenirlerdi. Liu Qingge yandan konuşmak üzereydi ki aniden Shen Qingqiu’yu fark etti. Atıp tutacağı her şeyi unutup olduğu yerde donakaldı. “Hey!” diye bağırdı.

Shen Qingqiu ona el salladı. Tianlang-Jun’un hayretler içindeki ifadesi azalmamıştı; aksine, iyice belirginleşiyordu. Luo Binghe’ya, “Yani… az önce… siz… içeride… üçünüzdünüz?” dedi.

Tek bir cümle ve altı kelime sarf etmişti ama Shen Qingqiu yine de neyi ima ettiğini gayet net anlamıştı.

 

****


Önceki Bölüm  ― Sonraki Bölüm 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder