Bu, bütün boyutların sıkıştırılarak dev, tek bir kütleye dönüştürülmesi demek değil miydi?
Shen
Qingqiu bunun hiç de imkânsız olduğunu düşünmemişti. Aksine, İblis’in Kalbi
kılıcını tuttuğu sürece bu absürt görünen fikri gayet olanaklı görüyordu. Çünkü
bu asıl eserin belkemiğiydi!
Nihayetinde
Luo Binghe’nın tam olarak yaptığı gibi iki âlemi de birleştirmek iblislerin
âlemini birleştirmenin ve kendi çılgın planını işletmenin yoluydu. Öncesinde
Shen Qingqiu, daima bu asıl “Luo Binghe”nın en çok aşina olduğu kişi olduğuna
inanmıştı.
Fakat
şimdi üzerinde düşündüğünde nasıl olduysa kişiliği fazlasıyla tuhaf ve alakasız
geliyordu. O “Luo Binghe” yükselişinde böylesine harap edici şeylerle
ilgilenmezdi. Bundaki tek nedeni iki âlemin de rejimine oldukça ters
düşmesiydi. Ayrıca imkanlar daha çok eşit olmayacak şekilde dağıtılmıştı, ki bu
iblis eşleriyle çocuklarının her gün hengame içerisinde olmasına, onun da sonu
gelmeksizin sinir edilmesine neden olmuştu. Sonunda bundan bıktığına karar
vererek daha pratik olmasını sağlamak için her şeyi birleştirmişti.
Shen
Qingqiu’nun sesi alçaldı. “Sunmak istediğin ‘hediye’ bu mu yani? Kendi açından
biraz fazla kötücül değil mi?”
Tianlang-Jun
derin düşünceler içerisinde çenesini ovuşturdu, ardından kültürünün getirmiş
olduğu aksanla konuştu. “Onlara kesinlikle kin gütmüyorum- İnsan âlemini
fazlasıyla seviyorum ve bu iki ırk arasında uzun süreli devam ettirilecek derin
bir bağlantı olarak epeydir arzuladığım bir şeydi.”
Shen
Qingqiu kaşını kaldırdı. “Tianlang-Jun gerçekten de sonuçlarını düşündü mü? Ya
da, daha basitçe, umursuyor mu? İblisler insan âlemine uyum sağlayabilseler
bile kaç tane efsun yapmayan insanın iblislerle yaşamaya uyum sağlayabileceğini
düşünüyorsun? Ya da, diğer bir deyişle” sonraki cümlelerini dikkatle seçti,
“insanoğlunu ‘sevsen’ bile her bir iblisin de aynı fikirde olacağına kefil
olabilir misin? İki âlem de kadim zamanlardan beridir ayrılar ama yine de
sayısız davalarımız oldu. Aniden bir birleşme olursa korkarım ki ileride bizi
tek bir gün bile huzur beklemeyecektir.”
Tianlang-Jun
gönülsüzce cevap verdi: “Tepe Lordu Shen gerçekten de Dört Büyük Sekt’ten
birisi- hepiniz aynı telden çalıyorsunuz. Bu biraz gözü kara olabilir ama
yalnızca benim gayem de değil. Mağlubiyet bu kadar kapıdayken sonuna kadar
görmem gerekiyor. Öncelikle birleşip yavaşça beraberinde gelen akıbetiyle baş
edeceğiz. Değişmez durumlar karşısında uyum sağlayamasan bile nihayetinde kabullenmeyi
öğrenirsin.”
Her
BOSS’un kötü bir chuunibyou sendromu* vakası olması gibi bir yasa vardı
gerçekten. Fakat Tianlang-Jun biraz özel bir durumdu. Muhtemelen gençken alın
yazısında iki ırka da barışı ve sevgiyi işleyerek dünyayı kurtaran yegâne kişi
olduğunun yazdığını hayâl eden toy bir chuuni’ydi fakat bunca sene Bailu
Tepesi’nin altına hapsedilmesinin ardından yüreğinde derin, solmayan bir kin
barındıran bir chuuni’ye dönüşmüştü. Yalnızca “gözü kara” dediği eylemleri
yerle göğü ayırabilecek şeylerdi.
Chuunibyo Sendromu: Ergenliğinin başlarında kendini olduğundan
farklı göstermeye çalışma durumuna denilen şeymiş. Bu tarz gençler kendilerinin
özel güçleri olduğuna, yani bir nevi kurgusal ana karakter olduklarına inanırlar.
Son kısım
tam olarak tecavüzcülerin kullandığı mantıktı: partnerinin sonunda pes
edeceğini düşünerek kendini ona dayatıp istediğini alarak sonuçlarıyla sonradan
uğraşmak.
Shen
Qingqiu, “Senle Su Xiyan… ikiniz ‘ırklar arası derin bağlantının bir parçası
olabilir misiniz?” diye sormadan edemedi.
Tianlang-Jun
bu ismi duyduğunda yüzündeki yumuşak, hafif tebessüm yok olmaya başlamıştı.
Arkasını
döndü, hâliyle Shen Qingqiu artık ifadesini göremiyordu. Yalnızca hafifçe iç
çektiğini duyabilmişti. “Ah Xiyan, o gerçekten…”
O
gerçekten… ne?
Shen
Qingqiu tonlamasındaki detayın üzerinde durdu. Mülayim ve kibar mıydı, yoksa
saf ve nazik miydi?
Tianlang-Jun,
“Soğuk ve acımasızdı. Onda sevdiğim şey de buydu.” diye sürdürdü.
Shen
Qingqiu kahkaha atarak yerlerde yuvarlanmak üzereydi. Tianlang-Jun elini havada
sallayarak “Fakat artık önemi yok- çoktan öldü.” dedi.
Yani bir
nebze bile olsun onu özlememiş miydi?
Ne yazık
ki iblislerin “aşkı” daha çok sığ ve antipatik gibi görünüyordu.
Shen
Qingqiu sessizliğini bir süre korumuş, ardından “Luo Binghe’ya sahici olarak ne
hissediyorsun?” diye sordu.
Tianlang-Jun
onu hızlıca bir süzdü. “Doğrusu… onun için üzülmeli miyim?”
Shen
Qingqiu yalnızca boş bir şekilde tebessüm edebilmiş, yanıtlayamamıştı.
Luo
Binghe hiç dillendirmemiş olsaydı bile Shen Qingqiu derinlerde bir yerde öz
ebeveynlerinin nasıl göründüğü hakkında sık sık hayâl kurduğunu biliyordu.
Seçkin bir genç kadın ve güçlü bir iblis soylusundan peydahlandığını biliyordu
fakat onlara hiçbir zaman ne isim ne de sima yerleştirebilmişti. O nedenle daima
gizliden gizliye hâlâ burada olsalardı nasıl olurdu diye düşünürdü… onların
nasıl şefkatli ve sevgi dolu olabileceklerini, ona yukarıdan bakan kişilerden
nasıl koruyabileceklerini.
Luo
Binghe öz babasının böyle birisi olduğunu, insan kanı için kaynak olarak
görmese göz gezdirmeye bile tenezzül etmeyeceğini, bilseydi… o zaman kurduğu
düşler gerçekten gülünç hayal ürünlerinden ibaret olurdu.
Gece
çöktüğünde sürü onları çevreleyen duman dalgalarıyla birlikte mola verdi. Engin
çayırda kamp kurmaya koyuldular.
Gerçekten
kamp kurması gerekenler yalnız birkaç insansı iblislerdi, hayvansı olanlar
doğada gayet rahat geçinebilirlerdi. Hendekte, ağacın tepesinde, çimende… her
yerde uyuyabilirlerdi.
Shen
Qingqiu gayet ferah, rahat bir beyaz çadıra sahipti. Dışarıdan gayet basit
gözükse de içeride her şeyi barındırıyordu. Zhuzhi-Lang her şeyin yolunda
olduğundan emin olmak için bizzat gelmiş ve dolasıyıla Shen Qingqiu’yu da
çadıra sürüklemişti. Tüm zaman peşlerinden gelen iblis kız gittiği gibi Shen
Qingqiu anında rahatlayarak kendini yatağa bırakmıştı. Gözlerini kapatıp rüya
âleminin bastırmasını bekledi.
Ay
ışığının titreşimlerini hissedene değin ne kadar zaman geçtiğini bilmiyordu.
Shen Qingqiu gözlerini açtığında Luo Binghe’yı yatağın yanında yarı dizlerinin
üstünde bulmuştu.
“Luo Binghe, beni dinle, önemli bir şey var—“
Shen Qingqiu konuşmaya başlamıştı ki Luo Binghe anında onu engelledi.
Kendisini
yatağa geri düşen Shen Qingqiu’nun üzerine attı, dudakları onun sıcak
dokunuşlarıyla kapatılmıştı. En ufak bir ses çıkartamıyordu ve an itibariyle
yüzündeki kırmızılık cayır cayır yoğunlaşırken aciz bir şekilde bakmaya
zorlanmıştı. Luo Binghe’nın dizginlenmeye niyeti yoktu, öpücükler zayıf bir
hayvanın avı tarafından yiyip bitirildiği gibi yoğunlaştıkça yoğunlaşıyordu.
Shen
Qingqiu sonunda soluklanmayı başarabilmiş ve “Luo Binghe, derhal düzgünce dizlerinin
üzerine çök!” diye emir verebilmişti.
Luo
Binghe cübbesinin kenarlarını kaldırıp anında mükemmel bir diz çökme
pozisyonuna giriverdi.
Shen
Qingqiu, “Şu anda neden diz çöktüğünü biliyor musun?” diye sordu.
Luo
Binghe’nın sırtı cevaplarken bir tahta kadar düzdü. “Bu kişi düşük rütbeli
müritten ibaret olmasına rağmen Shizun’una tecavüz etmeye kalkıştığı için…”
Shen
Qingqiu onu azarladı. “Onu demeni kim söyledi sana?! Bu usta bununla daha
sonradan ilgilenecek. Tianlang-Jun sana İblis’in Kalbi kılıcını vermeni söyledi
ve sen de direkt gidip ona verdin mi?! Seni hiç de böyle yetiştirdiğimi
hatırlamıyorum…” Saf bir kız gibi!
Luo
Binghe, “Başka seçeneğim yoktu. Ayrıca, özel bir şeye de sahip değildi, niçin
vermeyecektim ki?” diye cevap verdi.
Önemli
bir şeye sahip değildi mi? O çoğu kişinin ağlayıp sızlandığı ama bir göz bile
atamadığı mutlak güce sahip bir hazine! Dağ kadar serveti olanlar bile bu
savurgan çocuğa kafa tutamazlar.
Shen
Qingqiu, “İblis’in Kalbi kılıcını isterken neyi yapabileceği hakkında düşünmekten
kendini alı mı koydun? Bölgenin kuzeyinden güney sınırlarına kadar, Cang Qiong
Dağı’yla Huan Hua Sarayı gibi, yaratabileceği tehdidin nasıl bir şey
olabileceğini hesaba kattın mı sen?” dedi.
Luo
Binghe, “Shizun diğer yerler adına kaygılandığından mı İblis’in Kalbi kılıcını
verdiğimden kızgın, yoksa sebebi Cang Qiong Tepesi’nin de dahil olmasından
korkman mı?” diye yanıt verdi.
Tonlaması
eşini daima “Beni gerçekten seviyor musun? Kariyerini mi daha çok seviyorsun
yoksa beni mi?” diye darlayan hırçın, genç bir kadın gibiydi. Shen Qingqiu onu
hâlihazırdaki tehlikenin düzeyi yüzünden tekrardan azarlayacaktı ki kendisini
ana konuya dönmeye zorladı, fakat çabucak sözlerini yutuverdi.
Örtüden
devriye gezen iblis muhafızlarının meşalelerindeki alevlerin titreşimlerini görebiliyorlardı.
Ayrıca kurtların ulumasını, sığırların hışırtılarını ve kısık, sinirli homurtu
seslerini de işitebiliyorlardı.
Her
nedense bu biraz… rüya değil gibiydi?
Bu demek
oluyor ki… Luo Binghe çadırdaydı, rüya âleminde değil.
Önündeki,
adamın ta kendisiydi!
Artık
herhangi bir yerde geçit açabileceği İblis’in Kalbi kılıcına sahip değildi.
Bütün bir kuzey topraklarından rahat binlerce kilometreyi aşarak buraya
gelmişti. Shen Qingqiu yelpazesiyle kafasına güzelce bir geçirmek istese bile
yalnız buraya gelene kadarki yolculuğunu düşünmek bile tereddüt etmesini
sağlıyordu.
Luo
Binghe duraklamasını fırsat bilip bir bacağını yatağın yanına bastırdı. Shen
Qingqiu ağzına yükselmekte olan kanın neredeyse tadını alacaktı ama Shizun
olarak asaletini sürdürmesi gerekiyordu. “Luo Binghe, ah Luo Binghe… Çok küstah
olduğunu, cesaretinde gururun gereğinden fazla barındığını düşünmüyor musun?
Kendini gümüş tepside sunuyorsun. Şu anda en az güneyin yüzde yirmisi burada,
soyundan gelen iki güçlü kıdemliyi demiyorum bile. Fark edilirsen ölmüş kadar
olursun!”
Luo
Binghe, “Shizun, götürülmene seyirciyi kalmaya katlanamazdım. İçindeki iblis
kanını etkinleştireceğinden korktum. Yalnızca oturup bekle diyemezsin bana.
Shizun, lütfen beni bunun için azarlamayı bırak; daha fazla gerçekten zapt edemezdim.”
diye yanıt verdi.
Shen
Qingqiu onun başını itip duruyor, ciddi sakinliğini korumak için elinden geleni
yapıyordu. “Ne zaman geldin, biri seni gördü mü?”
Luo Binghe
yanıt verdi: “Bu nasıl mümkün olabilir? İçeriye girmek istediğim takdirde kimse
beni göremez. Endişelendiğim şey yalnızca…”
Kastettiği
şeyi tam olarak dillendirememişti ki aniden çadırın dışarısından bir öksürük
sesi geldi.
Zhuzhi-Lang’in
sesi içeriye gelmişti. “Usta Shen? Şimdiden yattınız mı?”
Duyduğu
gibi Luo Binghe’nın gözleri, buz gibi bakışları sesin kaynağına doğru dönerken
anında ölüm saçan bir ışıltı takınmıştı. Shen Qingqiu onu zapt etmekle meşguldü,
atak olmamasını söyleyen sert bir bakış takınmıştı.
Ne
olduğunu bilmiyordu fakat Luo Binghe’nın yüzü o bakışla birlikte oldukça
kızarmış, içini ürpertmişti. Çadırın dışında devriye gezen iblis ordusu vardı,
çadırın içindeyse saklanacak hiçbir yer yoktu. Başka, küçük bir seçenekle yatak
örtüsünü kaldırmış, Luo Binghe da kolaylıkla içine sokulmuştu.
Dışarıda
Zhuzhi-Lang kendi kendine mırıldandı: “Bu kadar erkenden uyumak mı?”
Dışarıdaki
anlık sessizlike birlikte Shen Qingqiu onun gittiğini düşünüp rahatça bir soluk
verecekti ki Zhuzhi-Lang ardından “Öyleyse… bu hizmetli istirahatınızı bozmak
durumunda.” dedi.
Yani
uyuyor olsam da olmasam da ona bakmayarak her şekilde gireceksin?
O zaman
niçin sormakla uğraşıyorsun?!
Luo
Binghe örtüden dışarıyı gözetleyerek şüpheyle, “Bu yılan neden Shizun uyurken
içeriye giriyor?” diye sordu.
Sen
kendini saklasana, küçük velet! Shen Qingqiu onun başını örtünün altına
sokuşturup yataktan fırlayarak “İçeriye girme!” diye seslendi.
Zhuzhi-Lang
gerçekten de içeriye girmeden duraklamıştı, sesi gerçekten afallamış geliyordu.
“Yani uyumuyordunuz? Usta Shen niçin daha önceden cevap vermedi?”
Shen
Qingqiu, “Uykuluydum, yanıt vermek istemedim. Xizhi-Lang, artık gitmelisin.”
diye yanıt verdi.
Zhuzhi-Lang’in
kafası karışmıştı. “Gün içerisinde kararlaştırmamış mıydık?”
Sıçayım.
Sıçayım, sıçayım, sıçayım. Erken saatlerde gerçekten de Zhuzhi-Lang’in akşam
ona QingSi’nin geriye kalan izlerini yakmada yardım etmesi için anlaşmışlardı!
Luo
Binghe tekrardan başını dışarıya çıkartıp “Neyi kararlaştırmıştınız?” diye
sessizce sordu.
Shen
Qingqiu ikinci örtüyü üzerine yığıp sinekliğin yatağın çevresinden dökülmesini
sağlamıştı ki Zhuzhi-Lang çadıra adım attı. “Gecenin bu saatinde rahatsız ettiğim
için affınıza sığınıyorum fakat lütfen anlayışla karşılayın. Bu QingSiler
çıkartılmazlarsa korkarım ki ileride yalnızca daha büyük sorunlara sebep
olacaklardır.”
Ona izin
vermek de geçiştirmek de ayrı bir belalıydı. Ayrıca, bir sebepten dolayı,
Zhuzhi-Lang gözlerinin içine uzun süreli bakmaya yeltenemiyordu, o nedenle
yalnızca dikkatlice ilerleyebilirdi. Shen Qingqiu sinekliğin önüne bir adım
atarak görüşünü engellemiş, ardından gülümsemişti. “Pekâlâ, öyleyse korkarım ki
sana dert olacağım.”
Zhuzhi-Lang
nazikçe cevap verdi: “Hakkınızdır. Usta Shen, niçiz yatağı kullanmıyoruz…”
Henüz bir adım dahi atamamıştı ki Shen Qingqiu önüne doğru hareketlenip elini
yakalayarak onu döndürmüştü.
Ancak
Zhuzhi-Lang’in sırtı sinekliğe döndükten sonra Shen Qingqiu nihayet konuşmuştu.
“Yatakta değil. Burası uygundur.”
Ortada
bir şey yokken elle döndürülmesinden dolayı Zhuzhi-Lang nedenini sormasa daha
iyi olacağını düşündü. Algılarını toparladığında iyi huylu bir şekilde, “Ayakta
mı?” diye sordu.
Shen
Qingqiu kararlı bir şekilde, “Ayakta duracağım.” diye yanıtladı.
Zhuzhi-Lang,
“Usta Shen, iyi olacak mısınız?” diye sordu.
Arkasında,
Luo Binghe aniden örtüleri kaldırmıştı, bütün yüzü öfkeyle kaplanmıştı. Shen
Qingqiu yüzünde en ufak bir ifade değişikliği göstermedi. “Alışkınım.”
Zhuzhi-Lang
başını salladı, ardından dönerek yanlarındaki küçük masaya altın ocağı yerleştirdi.
Fırsattan istifade Shen Qingqiu elini sallayarak Luo Binghe’yı örtünün altında
girmeye zorlayıp anında onu örttü. Zhuzhi-Lang arkasını döndüğünde çoktan
normal bir şekilde durduğu yere gelmişti, tek bir teli bile kıpırdamıyordu.
Zhuzhi-Lang kordan bir tanesini alıp “Usta Shen, lütfen üzerinizdeki
kıyafetleri çıkartın.” dedi.
Shen
Qingqiu başını öne eğip yavaşça bel kuşağını çözmeye başladı. Fazla hızlı
hareket etmeye çekiniyordu. Gerçekten hepsini çıkartacak olursa Luo Binghe
büyük ihtimalle yatağı da Zhuzhi-Lang’i de beraberinde parçalardı. En sabırlı
insanı bile sinirlendirecek yavaşlıkta hareket ediyordu. Uzun bir süre
beklemenin ardından Zhuzhi-Lang nihayet ona bakmadan edememişti. “Belki de Usta
Shen’in parmaklarında sıkıntı vardır? Bu kişi yardım edebilir mi?”
Shen
Qingqiu ona bakışlarını fark ettiğinde çabucak cübbesinin yaka kısmını çekiştirerek
en dıştaki giysisini omzundan rahatlıkla süzdürttü.
Böyle
çektiğinden giysisi ayaklarına kadar süzülmüştü. Ardından kollarını Zhuzhi-Lang’in
bakışları altında hareket ettirmişti, adam anında bütün odağını ona vermiş,
üzerinde dikkatlice çalışmaya başlamıştı. QingSi’yi çıkarmak için
uğraştırdıkları bütün bir günün ardından sonunda azalma belirtileri
gösteriyordu. Kalın yapraklar artık sabah ilk uyandığındaki gibi göğsünün
yarısını ve kolunu kaplamıyorlardı, yalnızca birkaç küçük filiz kalmıştı.
Luo
Binghe sessizce avcunu öne fırlatarak büyük çapta siyah Qi dalgasını
Zhuzhi-Lang’in sırtına gönderdi. Shen Qingqiu anında elini sallayıp
Zhuzhi-Lang’in sıkı sıkıya tuttuğu kömür parçasını tokatlamıştı.
Kömür
yerde yuvarlanarak çadırdan çıkmıştı. Kesinlikle hiçbir sebebi yokken
tokatlanan Zhuzhi-Lang öylece kalakalmıştı. Shen Qingqiu mahcubiyetle, “Elim
kaydı.” diye açıkladı.
Zhuzhi-Lang
biraz içsel çalkantıyla birlikte açıklamasını kabul edip kömürü almak için
çadırdan çıktı. Bir süre “Nereye yuvarlandı?” diye düşünürken dolaştı.
Shen
Qingqiu anında yatağa fırladı. Luo Binghe, “Shizun, onların yanında nasıl bir
hayat yaşıyorsun?!” diye fısıldadı.
Çaresizce
ölene kadar beklemekten başka bir şeyin olmadığı tarzda bir hayat!
Shen
Qingqiu, “Müdahale etme. Keşfedilirsen ikimiz de ayvayı yeriz.” Bunu demesinin
ardından eli kalkıp inerek Luo Binghe’yı örtünün altına geri iteledi.
Luo
Binghe o kadar sakinleşmemişti, asık suratlı bir şekilde kaynamaktaydı. Şu anda
muhtemelen Tianlang-Jun’la mücadele edebileceğini düşündü ama bir gün iblis
kanı Shizun’un içinde sakince varlığını sürdürürken başka bir gün zaptedilmesi
için uğraştırıyordu. Parmağıyla düşen giysisiyle elini işaret etip onu Shen Qingqiu’nun
omuzlarına attı. “Giyin!”
Dışarıda,
anlaşılan o ki, çadırın yanından başka bir düşük rütbeli devriye gezen iblis
geçiyordu ki Zhuzhi-Lang’i selamladı. “Komutan!”
Zhuzhi-Lang
teşekkür ederek mırıldandıktan sonra “Tam zamanında. Bir şeyi bulmamda yardım
et.” dedi. Tonu ve ayarı Tianlang-Jun’la Shen Qingqiu’nun önünde sahip olduğuna
kıyasla tamamıyla farklıydı. Gerçekten de ordu komutanına uygundu.
Shen
Qingqiu, “Niye? Her hâlükârda çıkartmam gerekecek.” dedi.
Luo
Binghe sinirle, “…Niçin Shizun kıyafetlerini çıkartıp ona bakmasına izin
veriyor?” diye yanıtladı.
Ne kadar
bastırırsa bastırsın ya da azarlarsa azarlasın, boyun eğmiyordu. Shen Qingqiu
için israf edilen boşa enerjiydi. Tam o esnada, Zhuzhi-Lang aniden geri döndü.
Yerine dönmek için çok geçti, o nedenle anında dönüp yatağın ortasında
doğrularak oturdu. Zhuzhi-Lang, “Usta Shen, ‘yatakta olmasın’ dememiş
miydiniz?” diye sordu.
Shen
Qingqiu hafifçe gülümsedi. “Ah, öyle mi? Öyle mi demiştim?”
Aceleyle
örtmesi gerektiğinden yanlışlıkla Luo Binghe’nın üstüne oturmuştu…
Fakat
böyle oturması kötü değildi de aslında- Luo Binghe sonunda itaatkâr bir şekilde
hareket etmeyi bırakmıştı. Zhuzhi-Lang oraya yaklaşarak örtü karışıklığını
gördüğünde gelişigüzel, "Usta Shen’e sıcak basmıyor mu?” diye sordu.
Shen
Qingqiu olabildiğince bunu savmak istiyordu. Zhuzhi-Lang’in elinden tutup koru
doğrudan göğsüne bastırttı. Tıslama sesinin ortasında sakince “O kadar da sıcak
değil.” diye belirtti.
Zhuzhi-Lang,
“Öyleyse, Usta Shen, bu… acıtmıyor mu?” diye yanıtladı.
Shen
Qingqiu, “Acıtmıyor.” diye cevap verdi.
Zhuzhi-Lang’in
sesi hoşnuttu. “Birkaç sefer önce Usta Shen daima son derece isteksizdi. Bu
gece sonunda girişkensiniz, olması gerektiği gibi.”
Shen
Qingqiu dediğini gerçekten de pek dinlemiyordu, aklı yalnız bunu olabildiğince
çabuk atlatıp onu kovalamaya odaklıydı. “Yeterli değil mi?” diye sordu.
Zhuzhi-Lang
parça koru geri alarak, “Evet, yeterli.” diye yanıtladı.
Shen
Qingqiu’nun ağzı kulaklarına varmıştı. Luo Binghe da muhtemelen sınırına
gelmişti. Fakat Zhuzhi-Lang’ın konuşmayı kesmeyeceğini kim bilebilirdi ki?
“Junshang
az önce söyledi, bu akşam o da uğramak is…”
Cümlesini
henüz bitirmemişti ki Luo Binghe daha fazla kaldıramayıp şiddetle doğrulmuştu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder