Sınırda.
Akşam
esintisi küçük kasabadaki evleri dağıtacak kadar hızlıydı.
Bütün
sokak boyunca sadece küçük bir çayhane canlı ışık yayıyor, azıcık hayat
veriyordu.
Bu sözde
‘sınır’, iki ülke ya da iki şehir arasındaki sınırdan öte İblis Âlemi’yle İnsan
Âlemi’nin arasındaki sınırdı.
İki
ırk iki farklı âleme ayrılmıştı. Aslında ortayı bölme işlevi gören Sonsuz
Uçurumun yardığı açıklık hâlâ duruyordu fakat iki dünyayı ayrı tutan oluşumun
her zaman bir zayıf noktası vardı ve zamanla mekânın bozulmasına neden
oluyordu. Birisi sıklıkla kaçmak için bu noktalardan geçen her iki dünyanın da
yerlisini bulabilirdi, üstelik art niyetle sınırdan gizlice sızmak gibi şeyler
pek alışılmış olaylardı.
İblis
ırkının gölge gibi gidip geldiği, cinayet işlenmesinden önceki gün bir şeylerin
çalınıp sonraki gün kundakçılığın olduğu bir yerde normal bir insan yaşamak
istemezdi. Bu sebeple sınırın nüfusu git gide azaldı. Büyükşehirlerin
gelişmesinden dolayı bile birçok insan farklı âlemlerin belirsiz bir şekilde
birleştiği yerden uzaklaşmıştı. Sadece sınırı düzeltmek amacıyla sektlerden
gelen müritler sınırı korumak için geride kalmıştı.
Lu
Liu yeni gelene sıcak şarap doldurup onlar gibi ocağı çevreleyen birkaç kişiyle
birlikte bunun karşılığında selamladı. “Ağabey, nereden geliyorsun?”
“Güneyden geliyorum.”
“Aa, oradan mı?” Herkes birbirlerine baktıktan
sonra anladıklarını belirten bir ifade takındılar. “Şu anda oradan geçmek kolay
değildir, değil mi?”
Yeni
gelen kadehini kavradı, kaşları çatılmıştı. “Öyle olduğunu kim söyledi? Orada
neredeyse her gün savaş var. Kimse bu tip bir çileyle başa çıkamaz.”
Köşeden
birisi alaya aldı: “Cang Qiong Dağı ve Huan Hua Sarayı dört büyük sektten
sayılıyorlarsa geçtiğimiz birkaç yıl içinde niçin bu kadar soruna neden
oldular? İki tarafın da müritleri birbirlerini gördüklerinde kavga etmeden bir
gün geçiremiyorlar. Niçin iki Sekt Lideri bunun için bir şey yapmıyor?”
Lu
Liu konuştu: “O lanetli, Tanrı’nın unuttuğu yerde kaç yıl kaldın? Çok uzun bir
zamandır kayıpmışsın. Bu müritler iki Sekt Lideri de üstü kapalı olarak kabûl ettiği
için böylesine hiddetli bir şekilde savaşıyorlar!”
“Nedenmiş o? Ağabey Liu, biraz daha
açıklamalısın.”
Lu
Liu boğazını temizleyip konuştu: “Bu açıklamak için çok çetrefilli. Beyler, şu
anda Huan Hua Sarayı’nın lideri kim biliyor musunuz?”
“Genç bir piç olduğunu duydum.”
Lu
Liu soğuk bir şekilde güldü. “Luo Binghe’ya genç bir piç denirse ne ikinizin ne
de benim daha fazla yaşamamıza gerek olmaz. Bu Luo Binghe hakkında konuşmak her
yiğidin harcı değil. Cang Qiong Dağı sektindendi, Qing Jing Tepesi’nden Shen
Qingqiu’nin baş müridiydi. O zamanlar, Ölümsüz İttifak Ligi boyunca, sıralamayı
büyük oranda kapladı. Bu gerçekten etkileyiciydi.”
Birisi
ikna olmamış bir şekilde konuştu: “Cang Qiong Dağı sektinden geldiyse nasıl
Huan Hua Sarayı’nin lideri olabildi?”
“Ölümsüz İttifak Ligi’nden sonra Luo Binghe üç
yıl kayıptı, kimse o üç yıl boyunca nereye gitti ya da ne yaptı bilmiyor. O
sıralar Shen Qingqiu öldüğünü söylemişti, o nedenle herkes onun çoktan öldüğüne
inanmıştı. Üç yıl sonra Huan Hua Sarayı’nın en önemli figürü olarak ortaya
çıkacağını kim bilebilirdi ki? Shen Qingqiu’yi hemen oracıkta, Huayue Şehri’nde
intihar etmeye zorlamıştı.”
Yeni
gelen konuştu: “Onu hiç anlayamadım. Shen Qingqiu mağdur muydu, yoksa ölmeyi
hak etmiş miydi?”
Lu
Liu konuştu: “Kim bilir… Cang Qiong Dağı sekti yabancılara karşı
davranışlarında kesinlikle birdi: kim bundan bahsettiyse dövdüler. Sektleri
baştan beri var gibi; mantığı değil, aileyi tanıyorlar. An Ding Tepesi’nden
Shang Qinghua’nın İblis Âlemi’ne kaçması gibi kesin olan, kuvvetli şeyler
hakkında bile insanların çene çalmalarına izin vermiyorlar. Huayue Şehri’nde
olanlar çok geçmeden, Huan Hua Sarayı’nın yöneticisi el değiştirdi. Yaşlı Saray
Ustası emekli oldu, şimdi onun gölgesini bile bulamazsın. Luo Binghe baskın
otorite oldu ve birisi bahsini açtığı takdirde onu öldürür.”
Birisi
mırıldandı: “Sadece ölü bir insan için…”
Lu
Liu konuştu: “Bu ölü kişinin yarattığı kargaşa küçük değil. Shen Qingqiu Cang
Qiong Dağı sektinden birisiydi, ayrıca İkinci Tepe’nin Tepe Lordu’ydu. Bedeni
kesinlikle Qing Jing Tepesi’ne geri gönderilip önceki Tepe Lordlarının yanına
gömülmeliydi- fakat, sorun şu, Luo Binghe bedenini geri vermeyi reddetti.”
Herkes
Luo Binghe’nın cesedi kırbaçlayıp giydirerek sergilediği gibi şeyler yaptığını
düşünüyordu, vücudundaki her bir tüy dikilmişti. “Geri vermeyi reddettiyse Cang
Qiong Dağı sektinin zorla onu geri alması gerekmez miydi? Bai Zhan Tepesi’nin
Tepe Lordu hâlâ orada.”
Lu
Liu omuz silkti. “Onu yenemez.”
“Ne?!” Herkesin dünya görüşü yıkıldı. Sıradan
insanların aklında Bai Zhan Tepesi’nin Lordu çoktan yok edilemez Savaş
Tanrı’sıydı. ‘Onu yenemez.’ gibi bir şey… kesinlikle kabûl edilemezdi.
Lu
Liu konuştu: “Bilmiyor muydunuz? Huayue Şehri’nden sonra Bai Zhan Tepesi’nden
Liu Qingge Luo Binghe’yla sayısız kez dövüştü fakat bir kez bile kazanamadı!
Daha bitmedi; Luo Binghe Shen Qingqiu’nin bedenini Huan Hua Sarayı’na
götürdüğünde Qian Chao Tepesi’nden Mu Qingfang’ı bizzat kaçırmasından birkaç
gün geçmişti.”
Birisi
konuştu: “Qian Cao Tepesi her zaman dünyevî meseleleri ihmal edip yaraları iyileştirerek
ölmekte olanları kurtardı. Bu zalimliğe nasıl neden olabiliyor?”
Lu
Liu konuştu: “Luo Binghe onu Huan Hua Sarayı’na sürükleyip Shen Qingqiu’yi
diriltmesini söylemiş.” İç çekip konuştu: “Cesedi çoktan katılaşmıştı.
Diriltilecek neyi kaldı ki?”
Yeni
gelen konuştu: “İki taraf savaştığında Cang Qiong Dağı sektinin daima Huan Hua
Sarayı’na ‘iblis ırkının uşağı’ demeyi sevdiğini fark ettim. Neden öyle
diyorlar?”
Lu
Liu konuştu: “Bunun nedeni bütün Cang Qiong Dağı sektinin bir nedenden dolayı
Luo Binghe’yı iblis ırkıyla ilişkilendirmeyi diretmelerinden dolayı. Sayısız
Zhao Hua Tapınağı kıdemlisi bizzat onu incelemesine rağmen Luo Binghe’nın
bedenindeki ruhanî enerjinin normal işlediği sonucuna varmışlardı, fakat Cang
Qiong Dağı sekti hâlâ ısrarla ona öyle diyor… Birbirlerinden intikam aramayı
sürdürdüler ve iki sektin arasındaki kin büyümeye devam etti. Bence her şeyin
kontrolden çıktığı bir gün olacak ve yaşayan kimse kalmayacak.” Sona geldiğinde
onları azıcık da olsa avutmayı unutmamıştı. “Sınır nöbetçisi olarak
gönderilmemiz iyi bir şey de olabilir, sakin ve aylakça.”
Köşedeki
kişi konuştu, şaşkındı: “İki sektle iki ustanın ve müritle aralarında ne
olduğunu hâlâ anlamadım.”
“Bunun tek açıklaması kinlerinin deniz kadar
derin olması. Fakat benim, Yaşlı Lu’nun, daha inanılır başka bir açıklaması
var. Anlatmama izin verin…” Lu Liu mutlu bir şekilde konuşmaya devam ederken
aniden kapının çalınma sesi geldi.
Odadaki
herkes anında tetiğe geçti, önceki bitkinlik ve miskinlik silahlarını
hazırlarken hemencecik yok olmuştu.
Sınırdaki
nüfus azdı, son derece kasvetli ve ıssızdı. Sınırdaki bu kasabada daimi
yerleşmiş tek ekiptiler ve dışarıdaki devriye bu kadar hızlı dönmezdi. Az
miktarda kalmış yerliler olsa olsa gecenin bir yarısı dolaşmaya çıkıp ölümü
aramazlardı.
Odanın
içerisinden kimse karşılık vermedi. Uzun süren duraklamanın ardından kapıya iki
kere daha vuruldu.
Lu
Liu sert bir şekilde konuştu: “Kim o?!”
Aniden,
üstlerine soğuk bir rüzgâr esmiş, masadaki gaz lambasıyla mumu söndürmüştü. Oda
anında zifiri karanlığa bürünmüştü, geriye sadece sobadaki kömürlerin zayıf bir
şekilde yanmasının loş, kırmızı ateşi kalmıştı.
Sırtında
kılıcını taşıyan adamın gölgesi kapının kâğıttan penceresinden yansımıştı.
Bedenin sahibi yüksek, net bir sesle konuştu: “Ağabey Liu, benim. Bugün çok
soğuktu, ilk önce ben geldim. Çabucak içeri girmeme izin ver ki kendimi ısıtmak
için bir kadeh şarap içebileyim.”
Diğerleri
tuttukları nefeslerini verip onu azarladılar. “Ölmek mi istiyorsun, Yaşlı Qin?
Hiçbir şey demeden kapıyı çalmak- seni iyi tanımasak hayaletler tarafından
yenildiğini düşünecektik!”
Kapının
dışındaki kişi kıkırdadı. Lu Liu bir şeylerin pek yolunda olmadığını hissetti
fakat tam olarak ne olduğundan emin olamamıştı, o nedenle konuştu: “İçeri gel!”
Ve
kapı açıldı.
Dışarıdan
ani soğuk rüzgâr doğrudan içeriye esti. Birisi yoktu.
Lu
Liu kapıyı çarparak kapattı. “Işıkları açın! Işıkları açın, ışıkları açın!”
Yeni
gelen dönüp hafifçe titreyen parmaklarıyla alevi başlattı, ateşin titreyen
ışığı gölgelerine biçim verdi. Kekeledi: “Ağabey Liu, bir… bir şey sormak
istiyorum.”
Lu
Liu sabırsızca konuştu: “Niçin oyalanıyorsun?”
Yeni
gelen konuştu: Bu odada önceden sadece altı kişi vardı, değil mi?”
“Fakat etrafa baktığımda neden… yedi kişi var
gibi gözüküyor?”
Ölüm
sessizliği.
Aniden,
ses patlaması oldu. İlk kimin hareket ettiği belli değildi fakat çığlık sesiyle
silahların birbirleriyle çarpışması birleşmişti, her yerdeydi. Lu Liu bağırdı:
“Işık! Işık!” Herkes apar topar alev yarattılar fakat hareketleri çok
düzensizdi ve alevler gölgeleri şiddetli bir şekilde sallanırken çılgınca
onlara eşlik ediyor, gözlerini sulandıracak şekilde bulunduğu yerden
savruluyordu. Daha fazla ışık kimin kim olduğunu anlayamamaya neden oluyordu.
Herkes kendi taraflarındaki birisine zarar verme korkusunda olduklarından
acımasızca davranmaya cesaret edemediler, kargaşanın getirdiği avantajları
kazanıp sokulmak da buna dahildi. Orada pençe de, bıçak da vardı ve birisi
aniden boğazını kavradığında Lu Liu her şeyini ortaya koymuştu.
Ayakları
yavaşça yerden kesildiğinde gözleri yukarıya kaydı, onu kimin boğduğunu
göremiyordu. Sadece hayatının hemen orada biteceğini düşündüğünde kapı ansızın
çarparak açılıp şiddetli bir rüzgâr yığınla geldi. Bir insan figürü içeriye
daldı.
Onun
özel bir hareketini göremeden Lu Liu kulağının dibinde tuhaf bir çığlık
duymuştu, onu boğan şeyden geliyor gibiydi. Ardından boğazının kavranması
gevşemişti.
Odanın
içindeki altı kişi berbat bir şekilde titriyorlardı, çoktan yere yığılmış
olanlar da vardı. Adam şaklattığında odadaki bütün gaz lambaları aynı zamanda
yandı.
Yerdekileri
incelemek için bir anlık eğilmesinin ardından doğrulup konuştu: “Sağ salimler.
Sadece bayılmışlar.”
Bu şahıs
siyah çamurla kaplanmıştı, gerçekten de mezardan çıkmış gibi görünüyordu.
Dahası yüzü sakalla kaplanmıştı, yüz hatlarını yoğun ölçüde örtüyordu. Bedeni
bariz şekilde zayıftı fakat yüzü favorilerle büyük cüsseli adamlar gibi
görünüyordu. Lu Liu sonunda öksürmeyi bırakabildiğinde ellerini kavramadan bir
anlığına onu süzüp konuştu: “Ekselansları, az önceki şeytanı kovduğunuz için
çok- çok teşekkür ederiz!
Adam elini
omzuna yerleştirdi. “Sormam gereken bir şey var.”
Lu
Liu: “Lütfen sorun.”
Diğeri
konuştu: “Şu an hangi yıldayız?”
Shen
Qingqiu dağdan yuvarlanıp sürünerek indiğinde çamurla kaplanmıştı, gerçekten
Gökyüzüne Ateş Eden Uçak’ı yok etmeyi on bin kat daha fazla istiyordu. Onun
ruhunu ya da götünü yok etmek istiyordu, her ikisi de olurdu.
O
zamanlar, hayat kurtarma yönteminde en dikkate aldığı şey ölü numarası
yapmaktı.
Fakat
ölü taklidi yapmaktaki amaç neydi? Kukla ya da ona benzeyen, onun yararı için
ölen birisini bulabilirdi, böylece tüyüp kurtulabilirdi fakat dramalar çoktan
bu değişmeceyi aşırı kullanmıştı!
Bu
nedenle en iyi yöntem gerçekten ölmesiydi.
O
gün, gerçekten intihar etmiş, çözüm olarak iyi bir iş çıkarıp Luo Binghe’nın
bedenindeki yüksek miktarda kontrolden çıkmış delice enerjiyi çekmişti. Ruhanî
damarları tozla kaplanmış olduğu söylenebilse bile abartılmamalıydı.
Ölümle
yüz yüze geldiğinde sadece hayatta kalmak için savaşabilirdi.
Güneş
ve Ay’ın Nemlendirdiği Çiçek Taneciği’nin kısa adı “Kan Tanesi”iydi, ki
gerçekten anlamını sunuyordu. Bu tohum fazla efsun kullanılmamasına rağmen hâlâ
güneş ve aydan aldığı öz, dünyadan aldığı ruhanî enerjinin birleşimiyle
büyüyordu. Fidesi ekildiğinde ve efsun yapıldığında ruhanî enerjiyle bulunduğu
yer verimlenir, özenle kalıplaşarak güçlü bir şekilde sulanıp yaşayan bir insan
bedeninde bile zamanla olgunlaşabilir. İnsan bedeninde de büyüyebildiğinden bu
yöntemi kullanmak için ruh yaratmasının imkanı yoktu. Diğer bir deyişle, ruhsuz
bir şekilde büyümüş bir şey, boş bir kabuk olurdu ve damar olmak için hiçbir
şeye uyamazdı.
“Baharda küçük Shen’i ekip büyük Shen’i
sonbaharda biç” bundan böyle hayal değildi!
Nemli
Çiçek Tohumu büyük bir beyaz lahana olmasaydı biraz gübre serpiştirmekle büyüyebilirdi.
Shen Qingqiu birkaç Nemli Tane filizini mahvettikten sonra sonunda bir tanesini
deforme olmadan büyütebilmişti.
O ve
Shang Qinghua mesafeli süreci yerine getirip geliştirmekte çeşitli
hesaplamaları ayarlamışlardı. Huayue Şehri’nin en yüksek binasının altına
ulaşım düzeni kurmuşlardı, güneş ışığı en kuvvetli olduğunda Shang Qinghua düzeni
Cang Qiong Dağı’na kurmuştu. Shen Qingqiu’nin ruhu bedenini terk ettiğinde
çoktan sınırdaki dağların derinliklerine gömülerek olgunlaşmış Nemli Tanecik’e
taşınabilirdi.
Üç
yer, üç düzenek. Bağlandıklarında en sağlam eşkenar üçgen biçimini alacaktı.
Tamamıyla dengeli ve güvenilir olmalıydı.
Kalan
tek kusur mâlûm birisindeydi.
Yüce
Tanrı Gökyüzüne Ateş Eden Uçak kendinden çok fazla emindi.
Shen
Qingqiu’nin endişelendiği ‘kolları ve bacakları gelişmeyi bitirmemiş’ ya da
‘bedeninin ana kısmı gelişmeyi unutmuş’ gibi hatalar meydana gelmemişse bile Güneş
ve Ay’ın Nemlendirdiği Çiçek Tanesi kimyasal gübreyle bâzı yan etkilerle
birlikte çok erkenden olgunlaşmaya zorlanmıştı.
İlk
uyandığında Shen Qingqiu bir süre bekledi, fakat iğrenç Google Çeviri
biplemesini duymamıştı.
İçinden
neşeyle çıldırmıştı: Sistem görünmedi, hahaha Sistem görünmedi! Donanımımı
değiştirdim, senin virüslü yazılımını bir daha yüklemeyeceğim hahaha! Geçici
olarak rahatlasa bile keyifle dans etmeden duramamıştı… keyifle dans etti,
kıçıyla.
Bütün
bedeni çamura gömülmüştü, hareket edemiyordu!
Bütün
gün gömülü kalmıştı, öncelikle gücünü parmaklarında toplayıp uzuvlarını kontrol
edebilene kadar kaldırdı. Ancak ondan sonra Shen Qingqiu titreyerek
kalkabilmişti.
Topraktan
serbest kaldığında yüzüstü düşmeden önce temiz ve serin havanın serbestliğiyle
mest olmuştu. Ah, bedeni onu tekrardan dinlemiyordu. Yere serilmişti.
Bütün
gün boyunca yürüyebildiği kadarıyla ısınma hareketleri yapmış, ancak o zaman
Shen Qingqiu’nin yürüyebilmek için kasları normal insanınki gibi olmuştu, ki
çoktan gece olmuştu. Her hâlükârda artık aynı el ve ayaklara sahip değildi.
Bu
bedeninin görünümü kendisi, Shen Yuan’ın, geçmiş zamandaki hâli baz alınarak
yapılmıştı. Shen Qingqiu’nin ölümsüz hâli kadar iyi değildi fakat yine de hâlâ
gayet güzel bir beden sayılabilirdi. Keyfinin birazcık kaçık olmasına neden
olan tek şey zamanında boş boş oturup ölümü bekleyen hoş bir oğlan olmasıydı.
Nemli Tanecik’i büyütmek için kanından birazcık kullandıklarından dolayı ne
olursa olsun birazcık etkisini gösteriyordu. Shen Qingqiu akarsunun kenarına yuvarlanıp
keskin kenarlı bir taşı sakalını kesmek için kullandığında bir göz atmıştı; bu
yüz hâlâ yüzde otuz, yüzde kırk kadar Shen Qingqiu’ye benziyordu. Sessizce
sakalını alıp yüzüne tekrardan taktı.
Ondan
sonra sonunda dağdan inip yolun kenarındaki birisini yakalamıştı ki- hassiktir,
beş yıl çoktan geçmişti!
İlk
uyandığında bedeninin kontrolsüz ya da zaman zaman hareket ettirilemez
olmasının nedenini anlayabilmişti, çünkü adapte olup kendisini yeniden
yapılandırması için kesin miktarda zamanı bilmesi gerekiyordu, fakat beş yıl
gömülü kaldıktan sonra uyanmak… Bu nasıl olmuştu?!
Şikâyet
edip durmuştu, fakat sonunda, bu beden… bayağı bir şekilde ruhanî enerjiyle
dolup taşıyordu!
Asıl
Shen Qingqiu’nin bedeni Panzehirsiz’le arada sırada sorun yaşamasaydı bol
ruhanî enerjiye sahip olduğu sayılabilirdi. Şu anki hisleriyle
karşılaştırdığında iki çubuklu pille (hâlâ kullanmaya yetecek kadar) tam dolu
bataryayı (şarjı dolduktan sonra daha yeni çekilmiş) karşılaştırmak gibiydi. Ya
da, başka bir deyişle, jeneratör denilebilirdi!
Eski
kendisini çıkartıp tamamıyla yeni bir kalıba sokmuş sayılabilir miydi?
Bu,
kahraman olarak başlamak üzere olan hayatının işareti miydi?!
Yıllar
sonra reenkarneci olarak Shen Qingqiu’nin birazcık onur kazandığını, beceriksiz
kendisinin ondan önce reenkarne olan kıdemlilerin oluşturduğu uzun yolda daha
fazla sürüklenmeyeceğini hissettiği ilk zamandı!
Yeniden
odaklandığında Lu Liu hâlâ durmaksızın konuşuyordu. “İblis ırkının istila etme
meseli geçtiğimiz yıllar gittikçe daha ciddi olmaya başladı. Envai çeşit
yaratıklar gelip İnsan Âlemi’ne dökülüyor. Benim korktuğum şey büyük savaşın
yaklaşmas-… oh, Siz Ekselansları’nın adını hâlâ sormadım?”
Shen
Qingqiu’nin ‘haha ben Merkez Ova’daki Cang Qiong Dağı sektinin Qing Jing
Tepesi’nden Xiu Ya Kılıcı Shen Qingqiu.’ demesi boğazına bile ulaşamadan u
dönüşü yapmıştı. Kıl payı, kıl payı… neredeyse eski adını kullanıyordu. Bir
anlığına başka bir isim düşünmüş, birkaç saniyeliğine duraklamanın ardından iki
kelimeyi tereddütsüzce söylemişti: “Eşsiz Salatalık.”
Geçmişi
bir duman gibi yok olmuştu. Bu günden itibaren yenik yoldan uzaklaşacak, pek
çok senedir kitap inceleme sitelerindeki bilinen kullanıcı adını kullanacaktı.
Konuşmayı
bitirmesinin ardından bir oda dolusu donakalmış insanı ardında bırakmıştı.
Uzun
bir duraklamanın ardından yeni gelen mırıldandı: “Biraz önce o Eşsiz… neydi?”
Lu
Liu tahmin etti, “Eşsiz… Kasımpatı?*”
Kasımpatı: Huang gua (salatalık), huang hua(kasımpatı)’na
benziyor diye öyle sanıyor.
“Eşsiz Taç* değil miydi?”
Taç: Bu da aynı mantık, huang gua’yı(salatalık) huang guan(taç)
diye anlıyor.
“Hayır, hayır, hayır; Eşsiz Kır Çiçeği*
gibiydi!
Kır Çiçeği: İyice isimden uzaklaşıyorlar… huang
gua’yı(salatalık) kuang hua(kır çiçeği) sanıyor.
Shen
Qingqiu ayağı neredeyse kaymadan önce yürüyerek birkaç metre uzaklaşabilmişti.
Muhtemelen
daha sonra tekrardan düşünüp başka bir isimle değiştirmeliydi…
Doğal
olarak, yeni hayata başlamak için attığı ilk adım Shen Qingqiu’nin en aşina
olduğu eşyaylaydı. İlk ihtiyacı olduğu aksesuar, yelpazeydi.
Beyaz
ipekten yapılma, üzerinde mürekkep sıçratmalarla oluşturulmuş manzara resimli
bir yelpaze.
Shen
Qingqiu yelpazesini şaklatarak açmış, göğsünü yelpazelerken uzun saçlarını ve
sakalını uçuşturmuştu. Aksesuarıyla gerçekten uyuşmadığından muhtemelen pek iyi
görünmüyordu, fakat önemli değildi. Elindeki yelpazeyle artık iddialı görünmek
için yeterli parçası vardı.
Shen
Qingqiu bir ayağını dağdaki taşa yerleştirip konuştu: “Dökül bakalım. İnsan
Âlemi’ne gizlice girmenin nedeni tam olarak nedir?”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder