Gongyi
Xiao rastgele bir müridi seçip ağırlık olarak kullandığını düşünmüştü fakat bu
sadece kısa süreli bir fikirdi. Shen Qingqiu gidip kendi başına hâllettiğinde
Gongyi Xiao kendi sektinden birisini bayıltmak zorunda kalmadığı için rahat bir
şekilde soluklanmıştı.
Gongyi
Xiao onun için üzgün hissetmeden edememişti. Shen Qingqiu Tepe Lordu olsa bile
onun hapsedilip yerin dibine sokulması konusunda yapabileceği hiçbir şey yoktu.
Üstelik onu sadece küçük düşüren aynı kişinin kıyafetleriyle örtebilirdi. Bu
gerçekten insanın keder ve acımayla iç çekmesine sebep olurdu!
Shen
Qingqiu Gongyi Xiao’nun gözlerinin anlayış, keder ve öfkeyle alevlenir gibi olduğunu
fark etti. Sadece arda kalan ifadesizliğiyle tepki verebilmişti.
Aniden,
Gongyi Xiao konuştu: “Kıdemli, lütfen çıkartın!”
Shen
Qingqiu: “…”
Ne?!
Onun
anlamasını beklemeden Gongyi Xiao çoktan kendi dış cübbesini çıkartmaya
başlamıştı. Shen Qingqiu, kendisinin uyanması için ciddi bir vuruş yapması
gerekip gerekmediğini düşünüyordu fakat Gongyi Xiao çoktan dış cübbesini
çıkartmış, iki eliyle de ona sunmuştu. Konuştu: “Lütfen bunu giyin!”
Shen
Qingqiu aniden ışığı gördü.
Ah,
yani bundan bahsediyordu. Luo Binghe’nın kıyafeti siyah olsa bile giysisi bu
kişininkine benzerdi. Kahramanın kendi yapmış olduğu gösterişten uzak, fazla
imalı bazı şeylere sahipti ve neticede bunu giyerse hâlâ fazlasıyla göze
çarpacaktı. Eğer onu sıradan beyaz cübbeyle değiştirirse kaçması için oldukça
yararlı olacaktı, değil mi? Gongyi Xiao fazlasıyla düşünceliydi.
Tereddütsüz
bir şekilde Luo Binghe’nın dış cübbesini çıkartıp Gongyi Xiao’nunkiyle
değiştirmişti. Çıkmadan önce bir anlık düşünüp Luo Binghe’nın kıyafetini
düzgünce katlayarak yere yerleştirdi.
Su
zindanını terk ettikten sonra ilk olarak yolun çok da zor yürünmediğini
düşündü. Fakat daha fazla yürüdükçe Huan Hua Sarayı’nın labirentinin gerçekten
de çok korkunç olduğunu daha fazla idrak etti. Bir mağara bir mağaraya, yollar
iç içe geçerek bir diğerine bağlanıyor; her üç adımda dokuz kez dönüyordu,
birisinin başını döndürünceye kadar etrafında dolaştırıyordu. Gongyi Xiao’nun
sırtı açıkça hemen önündeydi fakat birkaç seferde onu kaybetmemekten güçbela
kurtulmuştu. Gongyi Xiao’nun su zindanının nöbetçilerinin dağılımını ve günlük
programı avcunun içi gibi bilmeseydi kim bilir kaç devriye gezen mürit
takımıyla şimdiye karşılaşırlardı?
Yarım
saat sonra ikisi sonunda yer altı su zindanından çıkmayı başarabilmişlerdi.
Bailu Ormanı’na girene kadar birkaç kilometre durmadan yürüdüler. Huan Hua
Sarayı’nın bölgesini terk etmek üzere olsalar bile su zindanının ikaz çanlarının
sesi gelmiyordu, yani mahkûmun hâlâ kaçtıklarını fark etmedikleri anlamına
geliyordu. Luo Binghe’nın onun dışında kimsenin su zindanını incelememesi emri
gerçekten Shen Qingqiu’nin kaçmasına fazlasıyla yardım etmişti.
Bir
süre dinlendikten sonra Shen Qingqiu konuştu: “Lord Gongyi, bana daha fazla
eşlik etmene gerek yok. Daha keşfedilmememizin avantajını elde edip çabucak
dönmelisin.” Eklemeden birazcık durakladı: “Yedi gün içinde Huayue Şehri’ne
gidersen eğer beni kesinlikle orada bulabilirsin.”
Gongyi
Xiao konuştu: “Durum böyleyse size daha fazla eşlik etmeyeceğim. Kıdemli her ne
kadar bugün olanlardan sonra ne yapacağını bilse de lütfen fazlasıyla dikkatli
olun. Ve duruşma konusunda bir ay içinde dört grup toplanacak, o nedenle
endişelenmeyin, Kıdemli. Söylediğiniz gibi, masum insanlar doğal olarak temize
çıkacaktır. Lordlar ve diğerleri kesinlikle sizi adaletsizlikten
kurtaracaklardır.”
Shen
Qingqiu gülmeden edemedi. Öncelikle, karanlık geçmişi kesindi ve temize
çıkartılamazdı. Ayrıca, bir ay içinde dört grup tarafından yapılacak duruşmayı
takmıyordu hahaha… Aniden, yine de acelesizdi, ellerini saygıyla kavradı. “Tekrardan
karşılaşacağız.”
Huan
Hua Sarayı bölgesinin sınırından Huayue Şehri’nden doğrudan Merkez Ova’ya giden
yol en yoğun, ekonomik ve en refah nüfusun olduğu yerdi. Bu aynı zamanda bu
bölgede son derece fazla sayıda efsun sektleri ve klanları olduğu anlamına
geliyordu.
Bu
dünyanın efsuncuları fazlasıyla hava savunmasına değer veriyordu. Genelde
Jinlan Şehri gibi alanların üzerine savunma oluşumları oluştururlardı. Uçan bir
kılıç ya da ruhanî bir silahla hız sınırının üzerinde karşıdan karşıya geçerse
kesinlikle fark edilecek, sektin en yüksek yetkilileri de bilgilendirilecektir.
Hayal
edildiğinde bu kaçış güzergâhını megafonla son seste yayınlarmış gibi olurdu.
Shen
Qingqiu dinlenmeden yolun bir kısmını uçarak, geriye kalan kısmını yürüyerek
gitmişti. Sonunda, ertesi gece Huayue Şehri’ne varabilmişti.
Son
derece talihsiz bir zamanda gelmişti. Huayue Şehri’nin kuruluşunun kutlama
şenliğiydi, bütün geceyi festival fenerleri süsleyerek aydınlık tutuyordu.
Sokaklar uçan ejderler ve dans eden aslanlarla doluydu, müzik sağır ediciydi.
Eşyalarını taşıyan halk ve satıcılar tıklım tıklımdı. Neredeyse herkes
evlerinden çıkmıştı.
Daha
da talihsiz olan şeyse o geldiğinde kara bulutlar ayı örtmüştü.
Ayışığının
ya da günışığının yardımı olmadan başarısızlık olasılığı son derece artacaktı.
Shen Qingqiu bunun imkansız olduğunu düşündü, bu andan itibaren en fazla bir
gün beklemesinin en doğrusu olduğuna kanaat getirdi. Eğer bir gün içinde
bulutlar dağılmazsa bu kadar önemseyip daha fazla bekleyemezdi. Her hâlükârda
aşırı olgunlaşmış Güneş ve Ay’ın Nemlendirdiği Çiçek Tanesi’ne sarılıp ardından
ağlaması en iyisiydi. Ondan yemek yapıp şarapla servis etse bile hâlâ güçlü
kimyasal tadına sahip olacağından kuşkulanıyordu.
Shen
Qingqiu yavaşça yürüdü, çoğunlukla bazı ailelerin oyun oynayan neşeli
çocuklarına denk gelmişti. Yanından gülerek geçen genç kadın grubunu
fırçalamış, bundan biraz da olsun pişmanlık hissetmişti. Şu anda can havliyle
kaçmasaydı şehir boyunca gezebilirdi bile.
Aniden,
uzun kılıç taşıyan birkaç adam ona doğru ilerledi, hepsi aynı renk ve aynı
şekilde kıyafet giyiyordu. Hepsi başlarını kaldırıp göğüslerini kabartarak tek
bir bakışta karışık sektlerden kibirli müritler oldukları anlaşılacak şekilde
yürüyorlardı.
Söylemesi
tuhaftı fakat en küçük sektlerden gelen bu müritler onların efsuncu olduğunu
bilmeyenlerden daha çok korkuyorlardı. Kıyafetlerine bu bilgiyi çok büyük bir
şekilde işleselerdi bari. Shen Qingqiu doğal olarak dönüp rahatlıkla yolun
kenarındaki şeytan maskesini alıp yüzüne takmış, yanlarından sakince geçmişti.
Festivalde her on ziyaretçiden altısı maske takıyordu, o nedenle aralarına
karıştığında çok göze çarpmaktan korkmuyordu. Bir adamın “Kıdemli askerî
kardeş, Xiu Ya kılıcı gerçekten birisinin onu gelip tutabileceği bu şehirde mi?”
dediğini duydu.
Grubun
lideri fırça attı: “Dört grubun anlaşarak yaydığı ikramiye bu, nasıl sahte
olabilir? Birçok sektin burayı sarmalaması için birçok kişiyi gönderdiğini
görmedin mi? Bak, Huan Hua Sarayı’nın yolladığı ödülü de gördünüz. İstemiyor
musunuz?”
Shen
Qingqiu’nin kafasının içinde binlerce düşünce geçiyordu. Sonunda, farkında
olmadan aranan adam da olmuştu.
“Huan Hua Sarayı’nın bu denli büyük kuşatma
yapması boşuna değil. Eğer onlar hakkında konuşacak olursak yeterince fazla
trajik olurdu…”
Shen
Qingqiu düşündü; olsa olsa, bütün yaptığım Huan Hua Sarayı’ndan mevkice düşük
bir müridi bayılttım. Başka bir şey bile yapmadım, öyleyse nasıl oluyor da Huan
Hua Sarayı böylesine içler acısı kurban hâline gelebildi? Dinlemeye devam etmek
istedi fakat insan akınından ayrılana kadar gittikçe ilerleyen insanlar
yüzünden vazgeçmek zorunda kalmıştı. Terk edilmiş bir ev bulup biraz dinlenip
dinlenmemeyi düşündüğünde bacağından birisi aniden ağırlaşmıştı. Aşağıya
baktığında sadece minik bir çocuğun uyluğuna sarıldığını görmüştü.
Çocuk
yavaşça başını kaldırdı. Yüzü eksik beslenmiş gibi solgundu fakat doğrudan Shen
Qingqiu’ye bakan gözleri büyük ve parlaktı, uyluğuna bırakmayı reddedercesine
sıkıca sarılıyordu.
Shen
Qingqiu başını patpatladı. “Hangi ailedensin? Kayıp mı oldun?”
Küçük
çocuk başını salladı; ağzını açtığında sesi yumuşak ve sakindi: “Kayboldum.”
Shen
Qingqiu onun şirin ve birazcık tanıdık göründüğünü düşündü, o nedenle eğilip
onu kaldırarak büktüğü koluna oturmasını sağladı. “Buraya kiminle geldin?”
Küçük
oğlan boynuna sarılıp dudaklarını birbirine bastırdı. “Shizun’la…”
Bir
sektin genç müridi olabilir miydi? Eğer bir yetişkin onun için gelirse bu sorun
olurdu. Fakat bir sebepten çocuğun özellikle “Shizun” derkenki üzgün görünüşü
Shen Qingqiu’nin kalbinin en hassas tellerini çekmişti. Kalbini katılaştırıp
onu yolun kenarına acıklı bir şekilde oturmaya devam etmesi için bırakamazdı.
Küçük, yumuşak kıçını patpatlayıp konuştu: “Shizun sana pek iyi bakmamış,
vicdanı fazlasıyla kötü olmalı. Nerede kaybolduğunu hatırlıyor musun?”
Küçük
çocuk kulağına doğru kıkırdadı. “Hatırlıyorum. Shizun bizzat beni tek vuruşta
indirmişti- nasıl hatırlamazsın?”
Anında
Shen Qingqiu’nin bedeninin yarısı donmuştu.
Kollarının
arasındakinin minik bir çocuk olmadığını, aksine zehirli bir yılan olduğunu
hissetti- dişlerini göstererek boynuna sarılmış kocaman bir yılandı. Her an onu
ısırıp zehrini verebilirdi!
Kollarının
arasındaki kişiyi şiddetle fırlatıp ondan uzaklaştırıp dönmüştü, sırtındaki bütün
tüyleri diken diken olmuştu. Anında, vücudundaki bütün ayva tüyleri doğrudan
dikilmişti.
Sokaktaki
herkes ona bakıyordu.
Maske
takan da takmayan da, hepsi bir anlığına duraklamıştı, nefeslerini tutarak
onları izliyorlardı.
Maske
takanların yüzlerindeki iblis maskesi vahşi ve korkutucuydu, maske takmayanlar
kadar, hatta onlar daha bile panik içertiyorlardı- hiçbirinin yüzü yoktu!
Shen
Qingqiu’nin ilk hareketi elini Xiu Ya kılıcına koymak olmuştu fakat anında
kendine geldi. Saldıramazdı!
Bu,
Luo Binghe’ya ilk başta öğrettiği şeydi. Rüya İblisi’nin oluşumunda, rüyada
“birisine” saldırırsan gerçekte kendi ruhuna saldırmanla aynı olacaktı.
Shen
Qingqiu’nin alnını soğuk terler kaplamıştı. Ne zaman oluşum içerisine girdiğini
bilmiyordu, gerçi insanlar doğal olarak nasıl ve ne zaman “rüyanın” başladığını
hatırlamazlardı. Kaçıp dururken sinirleri yıpranıp da yolun kenarında
uyuyakalmış olamazdı, değil mi?
Arkasında
genç, nazik bir ses konuştu: “Shizun.”
O
zamanlar ses kulağının dibinde geldiğinde yeterince kıyaslanamaz şekilde
yumuşak ve şirindi- fakat şimdi duyduğunda beklenmedik ve açıklanamaz bir
şekilde kötü niyet taşıyordu.
Çocuk
Luo Binghe arkasındaydı, soğuk bir şekilde konuştu: “Neden beni artık
istemiyorsunuz?”
Shen
Qingqiu kararlılıkla arkasına bakmadan anında alıp başını gitti!
Yüzsüz
insanlar ona bakmasına rağmen- hayır, ‘bakıyor’ denemezdi, gözlerinin
olmadığını hesaba katacak olursak yüzleri Shen Qingqiu’nin istikametine
dönüktü. Elbette sayısız bakışı üzerinde hissediyordu.
Shen
Qingqiu onları hiç de görmemiş gibi davranıp birdenbire ileriye yüklendi. Eğer
birisi yolunu keserse bir kenara itecekti. Aniden, bir el ilerlemesini
durdurdu. Başını çevirdiğinde el ince olmasına rağmen korkutucu derece fazla
güçlü olduğunu gördü, demir halka gibiydi.
On
dört yaşındaki Luo Binghe bileğini sıkıca kavrıyordu, sık sık bütün bir yıl
boyunca yüzündeki yaralara kıyasla ifadesi keder doluydu. Bu zift siyahı gözler
dikkatle ona bakıyordu.
Hâlâ
yaklaşıyorsun!
Shen
Qingqiu serbest kalana kadar kolunu üç kere sallamış, onu kalabalığa itmişti ki
kaçabilsin. İlk seferde çocuktu, ikinci seferde gençti. Eğer yetişkin hâli
gelirse bunu daha fazla gerçekten götüremezdi!
Fakat
sokak sonsuza kadar gidiyor gibi görünüyordu, asla sonuna ulaşamayacak gibiydi.
Sokağın iki tarafında da küçük parterler iki defa gözüktüğünde yüzsüz çocuklar
birlikte oynuyor, genç kadınlar iblis maskesi takıyordu; Shen Qingqiu sonunda
rüyanın içinde bu yolun devamlı olarak döngüde olduğundan emin olmuştu. İleriye
yürüyerek ayrılması imkânsızdı!
İlerlemek
ya da geriye gitmenin faydası olmayacağından yeni bir yol bulmalıydı. Shen
Qingqiu çabucak şarap dükkânının önüne ilerlemeden önce sağına ve soluna baktı.
Büyük
kırmızı fenerler şarap dükkânının kapısının önüne, yükseğe asılmıştı; kırmızı
ışık loş ve cazibeliydi. Tahta kapılar sıkıca kapatılmıştı fakat Shen Qingqiu
onları çekerek açıp içeriye girdi. Tamamıyla içeriye adım attığında iki tahta
kapı çarparak kendiliğinden kapanmıştı.
Odanın
içi siyahla örtülmüştü ve soğuk rüzgâr onu okşayarak geçti. Şarap dükkânının
değil, dağ mağarasının içi gibi görünüyordu.
Shen
Qingqiu yine de bunu beklenmedik bulmamıştı. Rüyayı değerlendirmek için sıradan
hislerini kullanamazdın. Her kapı seni dünyanın herhangi bir yerine götürme
ihtimali taşıyordu.
O
sırada, ardışık olarak tuhaf sesler işitti.
Birisinin
ciğerleri delinmiş gibi ses geliyordu. Devamlı olarak nefes darlığıyla; son
derece zorlukla ve şiddetli ıstırabı ifade ederek soluklanıyordu.
Dahası,
bu sadece tek bir kişi gibi de görünmüyordu!
Shen
Qingqiu parmaklarını şıklatıp parmaklarının ucundan birdenbire ateş ortaya
çıkartarak tuhaf sesin geldiği alana doğru fırlattı.
Ateş
ışığı sahneyi tamamıyla aydınlatmış, göz bebekleri anında dehşete düşerek
küçülmüştü.
Liu
Qingge Cheng Luan kılıcını ellerinde tutarken göğsüne saplamadan önce kılıcın sivri
ucunu kendine yöneltmişti.
*****
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder