Hun ordusu
tüm gücüyle saldırmasına karşın Li Krallığının ordusu kolayca düşecek gibi
gözükmüyordu.
Herhangi bir
emir almamalarına rağmen hızlıca formasyon düzenine geçmişlerdi. Formasyon
düzenini tamamladıktan sonra yavaş yavaş savaşın baskın gücü haline gelmeye
başlamışlardı.
Lin Wanyue, mızrağıyla
bir Hun askerini deşmişti. Fışkıran taze kansa tüm yüzüne ve bedenine sıçramıştı.
Mızrağın deşip geçtiği et sesini duyduğunda zihninde beyaz bir ışık parlayıp
söndü. Sanki annesiyle birlikte mızraklanan küçük erkek kardeşini görmüş
gibiydi.
‘Ah!’ Lin
Wanyue bağırdı, görüşü tamamen kanla kaplanmıştı!
Gelen güç
patlamasıyla birlikte tekrardan karşısındaki askerleri deşmek için mızrağını
kavradı.Mızrağın etleri deştiği anki ses kulaklarına tekrar ederek geliyordu.
Nerede
olduğunu unutmuştu. Gözlerinin önünde sadece cesetlerle dolu bir köy vardı.
Hararetli bir şekilde yanan alevler, keder ve umutsuzluk içinde diz çökmüş
kendisi vardı.
‘Ding!’
arkasından çarpışmakta olan silah sesleri geldi. Lin Wanyue’nin vücudu istemsiz
bir şekilde titredi. Sanki elektrik çarpmış gibi mızrağındaki tutuşunu
gevşetti, yüzüne sersemlemiş bir ifade hakimdi.
‘Ge! Ne
yapıyorsun?!’ Lin Yu’nun öfkeli sesini duydu.
Lin Wanyue, kendisinden
geçmiş bir halde savaşırken palasıyla bir Hun askeri gizlice arkasından ona
yanaşmış, kafasını uçurmak için palasını savurmuştu!
Ancak Lin Yu
zamanında yetişmiş ve Hun askerinin silahını elinden almıştı! Aksi takdir de Lin Wanyue’nin kafası uçurulmuş
olacaktı.
Lin Yu şuanda
başka bir yerde podaosuyla başka bir Hun askeriyle savaşıyordu. Lin Wanyue ise
olduğu yerde durmaktaydı. Dehşet içinde sıcak kanla kaplanmış ellerine baktı !
Lin Wanyue
arkasını döndüğünde göğsünden deşilmiş olan Hun’nun açık gözleriyle hala
kendisine bakmakta olduğunu gördü.
Hun
askerinin bedeni Wanyue tarafından ağır bir şekilde yaralanmış sonrasındaysa
mızrağıyla ağaca çakılmışı. Göğsündeki yaradan fışkıran taze kan mızrağından
yere damlıyordu.
Diğer
taraftaysa, Hun askeriyle savaşmakta olan Lin Yu sonunda hamle yapmak için bir
açıklık bulmuştu. Tereddüt etmeden Hun askerinin boğazını kesmişti. Taze kan
fışkırıyordu. Hun askeri garip bir ses
çıkardı ve kesilmiş olan boğazını tutarak acı içinde yere düştü. Lin Yu hemen
Hun askerinin göğsüne basarak uygun pozisyonu aldıktan sonra karşısındaki
askeri acısına son vermek için kılıcını aşağıya doğru savurdu.
‘Ge, biraz
önce neyin vardı?’ Li Yu, elindeki podaosuyla
Lin Wanyue’nin yanına geldi. Diğer eliyle de yüzünü sildi.
‘Bir şey
yok, bilmiyorum…Sadece düşünüyordum…Bir şey yok!’ Lin Wanyue üzgün bir ifadeyle belindeki podaoyu çekerek
aceleyle savaş alanına dönmeye çalışsa da Lin Yu onu durdu.
‘Ge, beni
takip et.’
Lin Wanyue,
itiraz etmek üzereyken Lin Yu’nun sert bir şekilde ‘Ge, savaş alanına geldiğim
ilk anı hatırlıyor musun?’ dediğini duydu.
Lin Wanyue
aniden bavuluna sarılmış bir şekilde askeri kamptan içeri utangaç bir şekilde giren Lin Yu’yu
anımsadı. O an küçük erkek kardeşi Lin Feixing’i görmüş gibiydi.
Lin Yu,
kampa Hun’lar saldırmadan birkaç gün önce gelmişti. O gün mızrağını büyük bir
güçlükle tutmuştu. Birliklerin arasında kaldığından körü körüne askerleri takip
etmek zorunda kalmıştı.
Lin Wanyue, Lin
Yu’nun hala gelişmekte olan vücuduna baktı. Orada tamamen eğitimsiz olarak
bulunduğu için geri dönemeyeceğini biliyordu.
Bu yüzden
Lin Yu’yu gizlice takip etmişti. Art arda
Lin Yu’ya saldıran Hun’ları indirmişti.
‘Te…teşekkür
ederim!’ o sırada Lin Yu mızrağını tutarken titriyordu. Lin Wanyue’ye bakan
gözlerine ölüm korkusunun yanı sıra yaşadığı için duyduğu mutluluk hakimdi. Düzgün
olarak konuşamamıştı.
‘Beni
takip et.’ Lin Wanyue, Hun’ların kuşatmasından kurtulmak için podaosuyla
savaşırken Lin Yu’yu arkasına alarak korumaya çalışmıştı.
Lin
Wanyue anılarından sıyrılarak ona küçük ikiz erkek kardeşini hatırlatan tek arkadaşına
baktı. O fark etmeden boyu ondan daha çok uzamıştı.
Lin
Yu, Lin Wanyue’yi korumak için daha az insanın bulunduğu bölgelere doğru
hareket ediyordu. Ancak Lin Wanyue kısa süre içinde kendine gelerek Hun
askerlerini indirmeye devam etti.
Lin
Yu da onun arkasına geçerek Hun askerlerini birbirlerinden ayırmak için
taktiksel bir işbirliği yaptılar. Yaralanan Hun askerleri birer birer yere
düşüyor, geriye kalan askerlerinse vücutları mızrakla deşiliyordu.
Li
Krallığı ordusu yavaş yavaş üstünlüğü ele alıyordu.
‘Wuuuu!’
uzaktan sinyal borusunun alçak ve derin sesi geliyordu. Hun askerleri sinyal
borusunun sesini duyduğunda duraksayarak birbirlerine bakarak gözleriyle durumu
tarttıktan sonra geri çekilmek için bir araya geldiler!
Aşina
olmadığı bu sinyal sesini duyan Lin Wanyue kaşlarını çattı. Bir şeylerin
yolunda gitmediğini hissetse de fazla üzerinde durmadı.
‘Takip
etmeyin!’ Savaş atının sırtında
oturmakta olan General Li Mu bağırdı. Yüzleri kan ve pislik içinde olan Lin
Wanyue ve Lin Yu bir süre bakıştılar. Kalplerinde hiçbir endişe kalmamıştı!
‘Hahahahahaha!’Lin
Yu, Lin Wanyue’ye bakarak içten bir şekilde güldü.
Lin
Wanyue de hiçbir endişesi olmadan ona katıldı.
Sadece
birbirlerinin içinden geçenleri anlayarak karşılıklı bir şekilde gülüyorlardı.
Hala
at sırtında oturmakta olan Li Mu kahkahaları duymuştu. Kahkaha atanlardan
birinin yüzünde tek bir temiz nokta bile
bulunmayan kanla kaplı ve sırtında
tanıdık bir yay taşıyan genç olduğunu görmüştü. Li Mu’nun gözleri aniden
aydınlandı.
‘İleri!’
atına komut vererek yavaşça yanlarına doğru ilerledi.
Lin
Wanyue ve Lin Yu, kendilerine yaklaşmakta olan toynak seslerini duyduğunda hala
omuz omuza kardeşçe savaşmalarının
sevincindelerdi.
İkisi,
Mareşalin at sırtında kendilerine bakmakta olduğunu görünce başlarını çevirdiler.
Hemen
dizlerinin üzerine çöküp başlarını eğdikten sonra şunları söylediler :
‘Yi
kampının üçüncü birliğinden piyade asker Lin Feixing Başkomutanı selamlıyor.’
‘Yi
kampının dördüncü birliğinden piyade asker Lin Yu Başkomutanı selamlıyor.’
‘Mm.
Başınızı kaldırın.’
‘Anlaşıldı
Başkomutan’ Lin Wanyue ve Lin Yu yerden kalktılar.
Li
Mu dizginleri tutarken iki genç adamın kontrol ettikten sonra ikisinin de kanla
kaplanmış olmasına rağmen herhangi bir yarasının olmamasından memnun oldu.
Li
Mu, yayını taşıyan Lin Wanyue’ye bir kez daha baktı. Memnuniyetinin yanı sıra
Lin Wanyue’yi içinden takdir etti. Çift
girişli yayını kullanması ya da hiçbir tereddüt belirtisi göstermeden mızrağını
savuruşu ve tamamıyla kanla kaplanmış olmasına rağmen hiçbir yara almayışı…
Bunların
hepsi Li Mu’nun Lin Wanyue’yi takdir etme sebebiydi!
Tabii
ki de daha önemli şeyler de vardı: savaş alanında deneyimli bir gazi olan Li
Mu, Lin Wanyue’de pek çok askerin sahip olmadığı savaşçı ruhu keskin bir
şekilde hissediyordu.
‘Kampa
döndüğümüzde akşam ikinizde beni büyük çadıra görmeye geleceksiniz.’ Li Mu
sözünü söyledikten sonra dizginlerini geri dönmek için çekti. Ayrılmadan önce
Lin Wanyue’ye bir kez daha baktı.Bu genç adamın tanıdık geldiğini hissediyordu.
Li
Mu’nun sözleri etraftaki diğer askerler tarafından da açıkça duyuldu. Bir an da
Lin Wanyue ve Lin Yu kalabalığın odak noktası haline geldiler.
Herkes
ikisine anlaşılması zor bakışlar atıyordu. İmrenme, kıskançlık, hoşnutsuzluk
içeren bakışlar…
Bazılarıysa
şunu düşünüyordu: Başkomutandan kişisel bir çağrı almak! Bu herkesin sahip
olamayacağı bir şeydi büyük ihtimal bundan sonra bu ikisi büyük bir yükseliş
yaşayacaklardı.
Ama
daha fazla insansa şunları düşünüyordu: Buradaki herkes büyük bir savaş
vermişti. Neden sadece bu ikisi bu şansı yakalamıştı ?
Ancak
odak noktası haline gelen ikisi bu bakışlardan tamamıyla habersizdi. Bir anlık
sersemlikten sonra Lin Yu heyecan içinde Lin Wanyue’nin kolunu kavrayarak bir
çocuk gibi bağırdı: ’Ge! Başkomutan bizi çağırdı! Başkomutan bizi görmek
istiyor! Ge, duydun mu? Başkomutan bizi şahsen görmek istiyor! ‘
Lin
Wanyue, Lin Yu’nun kendisini sarsmasına izin verirken aynı ifadeye sahip olmak
istese de yapamadı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder